İSLAM’DA ÖLÇÜ

İSLAM’DA ÖLÇÜ

Abdullah İSLAM

 

Nasıl ki insan beden/ruhtan oluşmuş bir bütün ise aynı şekilde İslam da parçalardan oluşmuş bir bütündür.  Bu bütünü oluşturan parçalar bir ölçü/denge üzere kurulmuştur.  Kamer suresi 49. Ayet-i kerime de her şeyin bir ölçü üzere yaratıldığı ifade edilmektedir. Ölçünün olması, ölçüye riayet sorumluluğunu doğurmaktadır. Bu sebeple yaşamış olduğumuz bu hayatın her alanında bu ölçüye şahitlik etmekteyiz. İnsanların yaşamış olduğu sorunlar analiz edildiğinde, öncelikle ölçülere riayet edilmediği görülecektir.

Misal: İnsan vücudu belli bir prensibe göre çalışmaktadır. Tıp ilmi rastgele kural koymaz. Öncelikle vücudun bu çalışma prensibini tespit eder. Bu tespitleri referans değer olarak ortaya koyar. Bu referansların altı ve üstünü sağlık sorunu olarak ortaya koyar. Bu referans değer tespiti ne kadar doğru olursa, o kadar doğru sonuçlar elde eder.

İslam’ın temel gayesi hayatı, Allah’ın/yaratıcının belirlemiş olduğu ölçüler üzerine inşa ettirmektir. Çünkü temel bir kabuldür ki yapan, yaptığını en iyi bilendir. Bu kural yaşamış olduğumuz hayatta, din bağlamı olmaksızın herkesin kabul ettiği bir gerçekliktir. Bu gerçeklik bağlamında teknik olarak üretici firma, ürettiği ürün üzerinde tek yetkili konumunda bulunmaktadır.

Misal: günlük hayatta kullandığımız bütün araç ve gereçler, üretici firmaların garantisi altındadır. Üretici firma ürünün nasıl kullanılacağını belirleyen ölçüleri ortaya koyar. Koyduğu bu ölçülere riayet edildiği sürece garanti kapsamında olacağını, aksi takdirde garanti kapsamı dışında kalacağını ifade eder. Aynı şekilde yetkili firma dışında yapılacak tüm müdahaleleri de bu şekilde garanti kapsamı dışında saymaktadır. Bu durum herkes tarafından makul olarak kabul edilmektedir.

Günlük hayatta kabul edilen ve genel bir geçerlilik kazanan bu kural, aslında İslamın benimsediği, hatta öncelikli olarak ortaya koyduğu bir prensiptir. Hicir suresi 86. Ayet-i kerime de Allah’ın yaratıcı ve bilen olduğu vurgulanmıştır. Yaratıcı mutlak olarak bilendir. Ayrıca Enbiya suresi 7. Ayet-i kerimesinde ise, “Eğer bilmiyorsanız bilenlere sorun” öğretisi ile bu konudaki ilkeyi ortaya koymuştur.

Misal: İslamın ortaya koyduğu bu prensip aktif olarak kullanılmaktadır. Her işin kendine göre kademeli olarak uzmanı vardır. Sorun oluştuğunda ya da o iş ile ilgili bilgi ihtiyacı hâsıl olduğunda öncelikle kademeli olarak uzmanlara başvurulur. Bu uzmanlar bilirkişi olarak kabul edilerek onların vermiş olduğu bilgiler üzerine hüküm inşa edilir.

İnsanın içinde bulunduğu bu kâinatta küçül/büyük her parçası da bir ölçüye göre hareket etmektedir. İnsanlığın ortaya koyduğu bütün buluşlar, tespit edilen bu ölçüye göre oluşmaktadır. Kur’an-ı kerim, kâinatta bir ölçülülük üzerine oluşan devinimi çeşitli misallerle ayrıntılı olarak anlatmaktadır.

Misal: Müspet ilimler olarak ifade edilen; fizik, kimya, biyoloji, matematik vs. diğer bütün bilimler aslında kâinatta var olan ölçüyü ortaya koymak için çalışmaktadırlar. Tespit edilen bu ölçüler bağlamında teknik buluşlar gerçekleştirilmektedir. Örnek olarak, hava ve deniz yolculuğu için oluşturulan araçlar tespit edilen ölçülere uygun olarak yapılmışlardır. Bu ölçülere riayet edilmeden sonuç elde etmek imkânsızdır.

Bütün bu misaller var olan ölçünün belirleyici bir etken olduğunu ortaya koymaktadır. İnsanlar, bu ölçüyü yok sayarak hiçbir şey yapamazlar. Bütün çalışmalar bu ölçülerin izin verdiği kadarı ile gerçekleşmektedir. İnsan mutlak olarak, bağımsız bir şekilde ölçü koyma gücüne sahip değildir.

Bu bağlamda düşündüğümüzde, yaratıcı/yaratılış/yaratılan bağlamında “ölçü”  en önemli unsurdur. Çünkü yaratıcı olan Allah da kendisinin bir ölçü üzere olduğunu ifade etmiştir. Yaratıcı/yaratılan arasında irtibatta bu ölçüye göre şekillenmektedir. İslam düşüncesinde Allah tasavvurunu oluşturan her bir isim/sıfat bir ölçüyü ortaya koymaktadır. Gönderilen kitaplar ve peygamberler bu ölçünün bir sonucu olarak vardır.

Misal: Enbiya suresi 22. Ayet-i kerime de “Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilahlar bulunsaydı kesinlikle yerin göğün düzeni bozulurdu. Demek ki arşın rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir.” Bu ayet ilah olmanın ölçüsü olarak “tek” lik vurgusu yapmaktadır. Aynı zamanda ilah tasavvurunun da bir ölçüye göre oluştuğunu ortaya koymaktadır.

Ölçünün işlevsel olabilmesi, referans değerlerin ortaya konulması ile mümkün olmaktadır. Çünkü “ölçen” olmadığı sürece “ölçüm” gerçekleşemeyecektir.  Ölçünün olmadığı bir yerde de doğal olarak kaos olacaktır. Bu sebeple doğru/yanlış her toplum ölçüler çerçevesinde bir hayat tarzı benimsemiştir. İnsanların bir arada yaşaması ancak bu şekilde mümkün olabilmektedir.

İslam düşüncesinde din tasavvuru da belli bir ölçüye göre oluşmuştur. Bu ölçüye baktığımızda din; Allah tarafından (belli bir ölçüye göre) gönderilen vahiy, seçilen peygamber ve verilen akıl bağlamında oluşmaktadır. Bu üç ana unsurdan birisi olmadığında dini mükellefiyet gerçekleşmemektedir.

Misal: İsra suresi 15. Ayet-i kerimesinde “Biz peygamber göndermedikçe kimseye azap etmeyiz.” Peygamberlik dini sorumluluğun oluşması için temel bir şarttır. Aynı şekilde akıl sahibi olmakta dini sorumluluk için bir şarttır. Akli melekesini yitirmiş olan sorumlu değildir.

O halde, doğru bir din anlayışına sahip olmamız için İslam’ın mahiyetini doğru bir şekilde ortaya koymamız gerekmektedir. İslam hem bir “ölçü” hem de bir “ölçüye” göre oluşmuştur. İslam’ın oluşum “ölçü değerleri” ortaya konmadan, doğru bir İslam anlayışı oluşturulamaz. İslam’ın oluşum ölçü değerlerini ancak İslam’ın oluşum sürecini tespit etmekle mümkün olacaktır. Çünkü oluşumun faili Allah Teâlâ dır. Bu oluşumu başlatan ve sonlandıran O (c.c) olduğu için, Kur’an-ı kerimde şöyle buyurulmuştur:

“…Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim.”

Nimet olan, kemale erdirilen ve seçilen din İSLAM dır. Kur’an oluşum ölçülerini ve ana unsurlarını ortaya koymaktadır. Ana unsurlardan kastımız, Allah Teâla’nın bu dini gönderirken kullanmış olduğu unsurlardır. Bir boyutu ile şekli unsurlardır. Ya da araçsal bağlamlardır. Bunları üç temel unsur olarak şöyle ifade edebiliriz;  vahiy, nübüvvet ve akıldır.

Allah Teâla, bu dini insanlara ulaştırırken, bu unsurları ölçü olarak belirlemiştir. Bu ölçülerden herhangi birisi olmazsa islam doğru bir şekilde oluşmayacaktır/anlaşılmayacaktır. Daha önce vermiş olduğumuz örnekler üzerinden düşünürsek, öncelikle var olan ölçülerin tespiti gereğini ortaya koymuştuk. Aynı şekilde din anlayışının da doğru bir şekilde oluşması için, öncelikle konulan ölçülerin doğru bir şekilde tespit edilmesi gerekmektedir.

Hiç kimsenin inkâr edemeyeceği bir gerçekliktir ki, İslam; vahiy, resul ve akıl üçgeninde oluşmuştur. Diğer bir ifade ile bu üç ayet doğru/ölçülü bir şekilde bir araya gelirse doğru bir İslam anlayışı oluşur. Bu sebeple Allah Teâlâ bu üç ayetin hangi ölçüler çerçevesinde bir araya geleceğini, kendi gözetiminde fiili olarak uygulatarak süreci tamamlamıştır. Dolayısı ile ihmal edilen her bir unsurun doğuracağı sonuç “sorundur”. Bunun da örnekleri vahyin kesilmesi ve hz. Peygamberin vefatından sonra kendini göstermiş ve bugüne kadar artarak devam etmiştir.

Bu dinin oluşumu tedrici bir şekilde ve Allah Teâlâ’nın belirlemiş olduğu öncelikler bağlamında oluşmuştur. İlk olarak muhatap aldığı toplumu, ilk aşamada bu “öncellikler” ile buluşturmuştur. Bu öncelikleri akaid/iman olarak da ifade edebiliriz. Yirmi üç yıllık oluşum sürecinin ilk aşaması olarak ifade edilen, on üç yıllık zorlu Mekke döneminde bu öncelikler inşa edildi. Bu süreç daha çok zihinsel ve kalbi süreç diyebileceğimiz bir özelliğe sahiptir. Çünkü ameli yükümlülükler dediğimiz uygulamalar, ikinci dönem olarak ifade edilen, hicretten sonra ki Medine döneminde gerçekleşmiştir.

İlk dönem bilinçlenme/sorgulama dönemi olarak karşımıza çıkmaktadır. Aslında en zahmetli dönem bu dönemdir. Çünkü sorgulama/yüzleşme süreçleri her zaman sıkıntılar doğurmuştur. Var olan değerlerin/kutsalların/tasavvurların sorgulanması toplumda gerginlik oluşturmuş, bu gerginlik çatışmaya dönüşmüştür. Ancak tek taraflı bir çatışma. Çünkü Allah Teâlâ, eğitim sürecinde olan Müslümanlara karşılık vermemelerini, sabırla süreci sürdürmelerini istemiştir. Nitekim öyle de olmuştur. Maddi/manevi bütün işkence ve ambargolara rağmen, Müslümanlar fiili olarak karşılık vermediler. Sabırla belirlenen ölçüler çerçevesinde hareket ettiler.

Dinin kemale erme sürecinde, öncelikle İslam’ın ana parçalarını oluşturan konularla ilgili tasavvur/kavram düzeltmesi yapılmıştır. Bu yapılırken mevcut tasavvurlar gündeme getirilip değerlendirme/düzeltme yapılmıştır.

Misal: Allah’a iman konusunda var olan inancın tespitine yönelik birçok ayet bulunmaktadır. Bunlardan bazıları şu şekildedir:

“Andolsun, onlara, “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan, mutlaka, “Onları mutlak güç sahibi, hakkıyla bilen (Allah) yarattı” diyeceklerdir.” (Zuhruf 43/9)

“Andolsun, onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan elbette, “Allah” derler. Öyleyken nasıl döndürülüyorlar?” (Zuhruf 43/87)

“Andolsun, eğer onlara, “Gökten yağmuru kim indirip de onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltti?” diye soracak olsan, mutlaka, “Allah” diyeceklerdir. De ki: “Hamd Allah’a mahsustur.” Fakat onların çoğu akıllarını kullanmazlar.” (Ankebut 29/63)

“De ki: “Eğer biliyorsanız söyleyin: Yer ve yerde bulunanlar kime aittir?” “Allah’ındır” diyecekler. “Öyle ise siz hiç düşünüp öğüt almaz mısınız?” de.

 De ki: “Yedi kat göklerin Rabbi, büyük Arş’ın Rabbi kimdir?”

“Allah’ındır” diyecekler. “Öyle ise O’na karşı gelmekten sakınmaz mısınız?” de.

De ki: “Eğer biliyorsanız söyleyin: Her şeyin hükümranlığı elinde olan, kendisi koruyan, kendisine karşı korunulamaz olan kimdir?”

“Allah’ındır” diyecekler. “Öyle ise nasıl aldanıyorsunuz?” de. (Mu’minun 23/84-89)

Yukarıda zikri geçen ayetlere baktığımızda, o zamanki müşriklerde Allah inancı ile ilgili olarak birçok doğru anlayışın olduğu görülecektir. Sorulan sorulara doğru cevaplar vermişlerdir. Ancak buna rağmen yaptıkları hangi yanlış, onları müşrik yapmıştır? Bunun cevabını Kur’an-ı kerim vermektedir.

“İyi bilin ki, halis din yalnız Allah’ındır. O’nu bırakıp da başka dostlar edinenler, “Biz onlara sadece, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz” diyorlar. Şüphesiz Allah, ayrılığa düştükleri şeyler konusunda aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve nankör olanları doğru yola iletmez.”(Zümer 39/3)

İşte hangi yanlış onları müşrik yapmıştır? Sorusunun cevabı, bu ayet-i kerime de açıklanmıştır. Onlar kendi heva ve heveslerine göre oluşturdukları “ölçü” yüzünden müşrik olmuşlardı. Neydi oluşturdukları bu ölçü? Allah’a yakınlaşmak için oluşturdukları/uydurdukları aracı sistemidir.

Bu ayetler bizim için önemli mesajlar içermektedir. Doğrularınız olsa dahi, niyetiniz iyi bile olsa, meşru olmayan yani Allah Teâlâ’nın onayını almamış bir ölçü ve mantık ile hareket etmek geçerli değildir.

Bu bağlamda Kur’an analiz edildiğinde görülecektir ki, müşriklerin yaptıkları savunma/saldırı red edilerek gerekçeli bir şekilde cevaplar verilmektedir.

Misal: Tevbe suresi 19. Ayet-i Kerime de; “Siz hacılara su dağıtmayı ve Mescid-i Haram’ın bakım ve onarımını, Allah’a ve âhiret gününe iman edip Allah yolunda cihad eden kimse(lerin amelleri) gibi mi tuttunuz? Bunlar Allah katında eşit olmazlar. Allah, zâlim topluluğu doğru yola erdirmez.”

Temelinde iman olmayan amelin Allah katında bir değere sahip olmadığı çok açık bir şekilde ifade edilmektedir. Yapılan doğru işlerin Allah katında değerli olması için, Allah’ın belirlemiş olduğu temelde oluşması gerekmektedir. Tek başına parça doğrular bir değer ifade etmemektedir. Önemli olan Allah’ın istemiş olduğu bütünlük içerisinde oluşmasıdır. Müşriklerin savunma amaçlı olarak yaptıkları bazı doğru işlerin gündeme getirilmesi red edilmiş, doğru bir mantık olmadığı ortaya konmuştur.

Aynı şekilde Yahudi/Hıristiyan/diğer inanç mensuplarının da bu çerçevede oluşturdukları mantıkları gündeme getirilerek red edilmiştir.

Misal: Yahudi ve Hristiyanlar, özellikle Hz. İbrahim konusunda Müslümanlarla tartışarak sahiplenme yoluna giderler. Bu husus Al-i İmran, 64-68. Ayet-i Kerimeler de şu şekilde ifade edilmektedir;

“De ki: “Ey kitap ehli! Bizimle sizin aranızda ortak bir söze gelin: Yalnız Allah’a ibadet edelim. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâh edinmesin.” Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, deyin ki: “Şahit olun, biz Müslümanlarız.”

“Ey kitap ehli! İbrahim hakkında niçin tartışıyorsunuz. Oysa Tevrat da, İncil de ondan sonra indirilmiştir. Siz hiç düşünmüyor musunuz?”

“İşte siz böyle kimselersiniz! Diyelim ki biraz bilginiz olan şey hakkında tartıştınız. Ya hiç bilginiz olmayan şey hakkında niçin tartışıyorsunuz? Allah bilir, siz bilmezsiniz.”

“İbrahim, ne Yahudi idi, ne de Hıristiyan. Fakat o, hanif (Allah’ı bir tanıyan, hakka yönelen) bir Müslümandı. Allah’a ortak koşanlardan da değildi.”

“Şüphesiz, insanların İbrahim’e en yakın olanı, elbette ona uyanlar, bir de bu peygamber (Muhammed) ve mü’minlerdir. Allah da mü’minlerin dostudur.

Bu ayetler ehl-i kitabın mantığı sorgulanarak, işin hakikati ortaya konmuştur. Kuru bir iddia ile sahiplenme tek başına bir değer ifade etmemektedir. Özellikle bu ayetler bu bağlamda önemli mesajlar vermektedir.

Bu ve buna benzer verilebilecek birçok örnek, İslam düşünce sisteminin oluşum sürecinin hangi öncelliklerle oluştuğunu ortaya koymaktadır. Çok geniş bir şekilde sorgulama öncelliğinde oluşmuş bir İslam dini önümüzde durmaktadır. Bu öncelliklerle eğitilmiş olan müslümanlar kısa bir zaman diliminde önemli değişim/dönüşüme imza atmışlardır.

İlk Müslümanlar öncelikle zihinsel/kalbi dönüşüm sürecini yaşayarak, ahlaki bir kazanım elde etmişlerdir. İslam tarihinin ilk aşaması olan ve yaklaşık on üç sene devam eden Mekke dönemi bu gerçekliği ortaya koymaktadır.

Misal: İslam’ın şekli amale yönelik olarak ifade edebileceğimiz ibadetler ve diğer hususların oluşum süreci, ikinci dönem olarak ifade edilen ve on sene süren Medine döneminde başlamıştır. Beş vakit namazın farziyeti Mekke döneminin son yıllarında farz kılındı. Mekke döneminde; zekât, hac, kurban, oruç, faizin haramlığı, tesettür, içkinin haramlığı, miras ile ilgili hususlar emredilmemişti. Bütün bunlar ve diğer ameli hükümler Medine döneminde emredilmişti.

İşte farkında olunması gereken, öncelikli husus budur. Bu durum, İslam’ın öncelikle neyi oluşturmak istediğini gösteren önemli bir veri oluşturmaktadır. Yani İslam’ın usul dediğimiz yönünü ortaya koymaktadır. Bu veriler üzerinden İslam’ın usul ve esas bağlamında önceliklerini tespit etmek önemlidir.

İslam’ın teorik boyutunu tedrici bir şekilde ortaya koyan Allah Teâlâ, eş zamanlı olarak görevlendirdiği beşer bir elçi ile pratiğini de ortaya koymuştur. Bizzat kendi gözetiminde süreci başlatıp, kemale erdirmiştir. Bu süreçte sadece peygamber bulunmaz, onunla birlikte bu dini yaşayan insanlar da bulunmaktadır. Böylece İslam teoriği ve pratiği ile bizzat tüm boyutları ile yaşanmış ve korunmaya alınmıştır. Daha sonraki süreçte, önemli olan İslam’ın ortaya koyduğu mantığı doğru bir şekilde tahlil edip yaşamaktır.

Bunun için yapılması gerekenin yine İslam’ın ortaya koyduğu ölçüler çerçevesinde gerçekleştirilmesi gerekiyor. İslam ilk adımı “oku” olarak attırmış ve bütün süreci okuma süreci bağlantılı bir şekilde ilim üzerine inşa etmiştir. Allah’ın gözetiminde ve Hz. Peygamber örnekliğinde ki ilk süreçte bu ilim aktif bir şekilde ortaya kondu ve sonuçları da elde edildi.  Daha sonra ki süreçte ilmi ölçü zayıfladığı için de sorunlar artarak devam etti.

Bugün yaşanılan sorunlar, ancak ilmi bir anlayış ve teslimiyet ile aşılabilir. Bu da İslam’ın oluşum sürecini doğru bir şekilde okuyup, tahlil etmekle mümkün olacaktır. İlk adımın doğru atılması çok önemlidir. Bu ilk adımın doğru oluşabilmesi için de, yapılacak ilk şey okumaktır.

Okumalar ile İslam’ın usul/esas boyutu doğru bir şekilde görülecek ve ölçü tespiti yapılacaktır. Aksi takdirde bugün olduğu gibi keyfi ölçüler ile sürekli sorun üretir hale gelinilecektir.

İslam yaşanmış bir din olduğu için, öncelikle bu dinin indiği; zaman, mekân, sosyal yapı ve kültür gibi bağlamların ortaya konulması gerekiyor. Çünkü İslam’a muhatap olan ilk toplum belli ölçüler ile yaşayan bir toplumdu. İslam da getirdiği yeni ölçüler ile toplumu değiştirmek istemiştir. Yani iki farklı ölçünün karşı karşıya gelmesidir.

İslam’a muhatap olan bu ilk toplum, sahip oldukları ölçüler/değerler çerçevesinde bir savunma yaparak muhalefet etti. İslam ise toplumun sahip olduğu ölçüleri/değerleri sorgulatarak, yanlış olduğunu ortaya koydu ve getirilen yeni ölçüler çerçevesinde bir yaşam oluşturulmasını istedi. İşte bu şekilde bir mücadele süreci başladı. Bu mücadelede ilk görevli kişi Hz. Peygamber oldu. Hz. Peygamber “kul ve resul” olarak görevlendirildi. Yani beşeri özellikleri aktif olarak bu süreçte görevini yaptı. Bu görevi yaparken bütün adımlarını Allah Teâlâ’nın belirlemiş olduğu ölçüler çerçevesinde attı. Önemli olan oluşan süreci “ölçüler” bağlamında değerlendirmektir.

İslam düşüncesi açısından baktığımızda “ölçüler” bağlamında ilk değerlendirme farklılığı melekler tarafından ortaya konmuştur.

Misal: Bakara suresi 30-32. Ayet-i Kerimesinde; “Hani, Rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Onlar, “Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamdederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz.” demişler. Allah da, “Ben sizin bilmediğinizi bilirim” demişti.”

“Allah, Âdem’e bütün varlıkların isimlerini öğretti. Sonra onları meleklere göstererek, “Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi bana bunların isimlerini bildirin” dedi.”

“Melekler, “Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin” dediler.”

Melekler o an itibarı ile kendilerinde oluşmuş olan “ölçü” bağlamında bir değerlendirme yaparak bir sonuca gitmişlerdir. Ancak mutlak bilgi sahibi olan Allah Teâlâ, bu ölçünün eksik/yanlış olduğunu bizzat Hz. Âdem’e isimleri öğretmek sureti ile meleklere doğru ölçü bağlamında düzeltme yapmıştır. Bunun üzerine melekler eksik/yanlış ölçülerini fark ederek doğru ölçüye uymuşlardır.

Ölçü bağlamında başlayan bu süreç, aslında sürekli olarak var olacak ve kıyamete kadar imtihanın ana unsurunu oluşturacaktır. Nitekim ölçü bağlamında ikinci sahne yine Kur’an-ı Kerim’de iblisin imtihanı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu imtihan daha sonraki imtihanlar için temel bir referans oluşturmaktadır.

Misal: Araf suresi 12. Ayet-i Kerime de; “Allah, “Sana emrettiğim zaman seni saygı ile eğilmekten ne alıkoydu?” dedi. (O da) “Ben ondan hayırlıyım. Çünkü beni ateşten yarattın. Onu ise çamurdan yarattın” dedi.”

Evet, burada iblisin oluşturduğu ölçü ortaya konmaktadır. İblis Allah Teâlâ’nın yaratıcılığını ikrar ederek, yaratılış ham maddesi bağlamında bir ölçü ile değerlendirme yapıyor. Bu şekilde emre itaatsizliğini gerekçelendirmeye çalışıyor. Tabi bu ölçü Allah katında batıl ve geçersiz bir ölçüdür. Çünkü Allah Teâlâ, ateş ile toprak arasında bir değer farklılığını “ölçü” olarak koymamıştı.

Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın yeryüzüne inişi ile başlayan “ölçü” ile imtihan süreci kıyamete kadar devam edecektir. Bu imtihan iki temel ölçü ile gerçekleşecektir. Birincisi; Allah Teâlâ tarafından belirlenmiş rabbani/nebevi “ölçü”, ikincisi; şeytan kaynaklı, heva/hevese dayalı olan batıl ölçüdür. İnsanlara bu iki ölçüden birini tercih etme serbestliği verilmiştir. İnsanlık tarihinden bugüne kadar gelindiğinde genellikle batıl olan ölçü tercih edildiği görülecektir. Bu durum gerek Kur’an’ın uyarılarında gerekse tarihi tecrübe ile sabittir.

Bu durum iki şekilde değerlendirilebilir;

Birincisi: İman ve küfür bağlamında

İkincisi: İslam’ı tercih edip, belirlemiş olduğu ölçülere uymamaktır. Yazımızda genel olarak bu hususu değerlendirmeye çalışacağız.

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, İslam’ın oluşum sürecinde iki temel unsur bulunmaktadır. Bunlar vahiy/Kur’an ve peygamber/sünnettir. Bu iki temel unsur birlikte var olmuştur. Teorik olan vahyin nasıl pratiğe geçirileceği yine Allah Teâlâ gözetiminde beşer olan bir peygamber vasıtası ile ortaya konmuştur. Bir başka ifade ile Kur’an’ın göreceli bir şekilde anlaşılmasına müsaade edilmemiştir. Bu oluşum süreci tamamen Allah Teâlâ’nın kontrolünde gerçekleşmiştir. Peygamberler de kulluk ve elçiliklerini bu çerçevede gerçekleştirmişlerdir. Çünkü beşer olan peygamberlerin tek başına hata etme özellikleri bulunmaktadır. Bunun için peygamberlerle iletişim salt indirilen vahiy ile sınırlı değildir.

Misal: Bugün Kur’an bizim elimizde bulunmaktadır. Biz Allah’tan bunun dışında vahiy almıyoruz. Kur’an da bir ayeti yanlış/eksik anladığımızda Allah tarafından düzeltilmemiz mümkün değildir. Oysa peygamberler bir hata karşısında hemen düzeltiliyorlardı. Çünkü peygamberler dini bir ölçü özelliğine sahip oldukları için, hata üzere kalmaları mümkün değildir. Bu konuda birçok örnek bulunmaktadır.

Enbiya suresi 76. Ayette Hz. Nuh ile ilgili şu ifadeler geçmektedir.

“(Ey Muhammed!) Nûh’u da hatırla. Hani o daha önce dua etmişti de biz onun duasını kabul ederek, kendisini ve ailesini o büyük sıkıntıdan (tufandan) kurtarmıştık.”

Bu ayet-i kerime de Hz. Nuh ve ailesinin tufandan kurtarılacağı bilgisi verilmiştir. Ancak tufan olduğunda Hz. Nuh’un oğlu boğulmuştur. Bunun üzerine Hz. Nuh daha önce kendisine verilen ailesinin kurtulacağı bilgisine binaen şöyle demektedir:

“Nûh, Rabbine seslenip şöyle dedi: “Rabbim! Şüphesiz oğlum da âilemdendir. Senin va’din elbette gerçektir. Sen de hükmedenlerin en iyi hükmedenisin.”(Hud/45)

Evet, Hz. Nuh ayette ifade edildiği şekilde geçmişte kendisine verilen sözü hatırlatarak bir sorgulama yapıyor. Cevaben Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

“Allah, “Ey Nûh! O, asla senin âilenden değildir. Onun yaptığı, iyi olmayan bir iştir. O hâlde, hakkında hiçbir bilgin olmayan şeyi benden isteme. Ben, sana cahillerden olmamanı öğütlerim” dedi.”(Hud/46)

Bu ayet, Hz. Nuh’un anladığı ehil/aile kavramı ile Allah Teâlâ’nın kastettiği ehil/aile kavramının farklı olduğunu ortaya koymaktadır. Yani Hz. Nuh Allah’ın maksadını yanlış anladığı için bu şekilde bir sorgulama yapmıştır. Allah Teâlâ da Hz. Nuh’un bu yanlış anlamasını düzeltmektedir.

Bugün aynı şekilde bizler ayetin kastetmiş olduğu bir manayı yanlış anlarsak, Hz. Nuh gibi vahiy ile düzeltilebilir miyiz? Hayır, bu imkâna sahip değiliz. İşte bu peygamberlerin Allah ile iletişimlerinin farklılığını göstermektedir.

Aynı şekilde Hz. Peygamber de birçok konuda uyarılmıştır.

Misal 1: Bedir savaşından sonra alınan esirler konusunda yapılan istişare sonucunda oluşan genel kanaat, esirlerin fidye karşılığında serbest bırakılması oldu. Ancak Hz. Ömer ve diğer bir sahabe esirlerini öldürülmesi yönünde görüş beyan ettiler. Hz. Peygamber de genel kanaate göre hüküm verip fidye karşılığında serbest bırakılmasına karar verdi. Bunun üzerine şu ayet-i kerimeler indi:

“Yeryüzünde düşmanı tamamıyla sindirip hâkim duruma gelmedikçe, hiçbir peygambere esir almak yakışmaz. Siz geçici dünya menfaatini istiyorsunuz, hâlbuki Allah ahireti (kazanmanızı) istiyor. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”(Enfal/67)

“Eğer Allah’ın daha önce verilmiş bir hükmü olmasaydı, aldığınız şey (fidye)den dolayı size büyük bir azap dokunurdu.”(Enfal/68)

Daha önce verilmiş olan hüküm farklı şekillerde tefsir edilmekle birlikte, bu konuda Allah tarafından onlara bildirilmiş bir hükmün olmamasından dolayı yapılan içtihattan sebebi ile hata edilse bile azap doğurmayacağı şeklinde anlaşılabilir. Bu bir şekliyle, bilgi verilmeden azap olmayacağı şeklinde de anlaşılabilir.

Misal 2:

“Ey peygamber! Eşlerinin rızasını arayarak, Allah’ın sana helâl kıldığı şeyi niçin sen kendine haram ediyorsun? Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”(Tahrim/1)

Misal 3:

“Kendisine o âmâ geldi diye Peygamber yüzünü ekşitti ve öteye döndü. (Ey Muhammed!) Ne bilirsin, belki de o arınacak, Yahut öğüt alacak da bu öğüt kendisine fayda verecek. Kendini muhtaç hissetmeyene gelince; Sen, ona yöneliyorsun. (İstemiyorsa) onun arınmamasından sana ne! Allah’a karşı derin bir saygıyla korku içinde koşarak sana geleni ise bırakıp, ona aldırmıyorsun. Hayır, böyle yapma! Çünkü bu (Kur’an) bir öğüttür.”(Abese/1-11)

Misal 4:

“Allah, seni affetsin! Doğru söyleyenler sana iyice belli olup, yalancıları bilinceye kadar beklemeden niçin onlara izin verdin?”(Tevbe/43)

Bu ve benzeri ayetler, Hz. Peygamber’in sürekli bir gözetim altında olduğunu, en ufak bir hata olsa bile hemen uyarıldığını göstermektedir. Bu da Hz. Peygamber’in, uyulması gereken bir ölçü olduğunu ortaya koyan bir delildir.

Bu sebeple, dinin Hz. Peygamber’in yaşanmışlığı üzerine bina ettiği metod/usul temel bir ölçü olarak bütün müslümlar için bağlayıcıdır.

Geçmişte ve bugün Müslümanlar arasında meydana gelen ihtilafları incelediğimizde, çok boyutlu bir sonuçla karşı karşıya kalmaktayız. Genel olarak ilk dönmelerde siyasi, itikadi ve fıkhi ihtilaflar olarak kategorize edilmektedir. Dönemsel olarak bu ihtilafların belirginliği değişmekle birlikte, her dönem farklı tonlarda kendisini göstermiştir.

Çağdaş dönemde ise daha çok, İslam hukukunun cari olmadığı yerlerde, İslami çalışmaların nasıl yapılması gerektiği hususunda oluşan ihtilaflar yoğunlaşmıştır. Çok farklı görüşler olduğu için hepsini tek tek ele alıp değerlendirme olanağımız bulunmamaktadır. Ancak sürekli olarak vurgulamaya çalıştığımız ölçüyü belirleyerek bu noktada referans belirleme imkânımız bulunmaktadır. Öbür türlü çok karmaşık ve içinden çıkılmaz bir kısır döngü içerisine girmiş oluruz.

Müslümanlar olarak bütün ibadetlerimizde Kur’an ve sünnet bağlamında ölçülere uyarız.

Misal: Namaz, zekât, oruç, hac, nikâh, boşanma, ticari akitler, helal ve haramlar konusunda, belirlenen ölçülere uyarız. Fıkhi ihtilaflar olmakla beraber, yine de ölçülü davranırız. Mezheplerin bu bağlamda, Kur’an’a ve sünnete dayalı olarak oluşturdukları usul ve esaslara uyarız. Sonuç olarak ibadetlerimizde, helal ve haramlar noktasında uyulan bir ölçü bulunmaktadır.

Ancak genel olarak İslami çalışma olarak ifade edilen; bulunulan zaman, mekân ve muhatap bağlamında, alınması gereken tavır noktasında aynı hassasiyetin gösterildiğini söylemek zordur. Bu konuda ölçü belirleme ve ölçülü olmak gibi bir düşünce pek yaygın değildir. Çok geniş bir serbestlik ve keyfilik durumu söz konusudur. İman ve teslimiyetin doğurması gereken tavır konusunda, çok ciddi belirsizlikler ve umursamazlıklar bulunmaktadır. Oysa bu dini gönderen Allah Teâlâ ibadetlerde, helal ve haram da olduğu gibi bu konuda da ölçüler koymuş ve özellikle peygamberleri bu ölçüler çerçevesinde mükellef kılıp eğitmiştir.

Davet fıkhı olarak da ifade edilebilecek olan bu durumun önemi ve gerekliliği hassas bir şekilde ele alınmalıdır. Çünkü bu durum işin aslını/usulünü ifade etmektedir. Meşru olmayan bir usul ile meşru bir sonuca ulaşmak İslam düşüncesinde geçerli bir anlayış değildir. Bu sebeple İslam salt olarak amel değil, sürekli olarak “salih amel” vurgusu yapmaktadır. Tek başına bir doğru parçası, salih amel oluşumunda yeterli bir etkiye sahip değildir. Salih amelin oluşması da yine Allah’ın belirlemiş olduğu bir ölçü ile mümkün olmaktadır.

Misal: İbadetlerin geçerli olabilmesi için, belirlenmiş şartlar vardır. Bu şartlar bir bütün olarak yerine getirilmediği zaman salih amel kapsamında değerlendirilemez. Başka bir ifade ile geçerli ve makbul olmaz.

Hac ibadetini ele alalım: Bir kimse hac günleri gelmeden Mekke’ye gidip yapılması gereken bütün şartları yerine getirirse hac ibadetini yapmış olmaz. Çünkü hac ibadetinin geçerli olabilmesi için belirlenmiş zaman diliminde yapılması gerekiyor. Bütün ibadetleri bu örnek üzerinden değerlendirebiliriz. Aynı şekilde bir kimse, ben Allah’ı çok seviyorum onun için sabah namazının iki rekâtlı farzını dört rekât ya da daha fazla kılmak istiyorum derse ve kılsa bu namazda geçerli değildir. Yani tek başına iyi niyet kılınan namazı meşru hale getirmemektedir.

Aynı şekilde İslam’a hizmet etmek niyeti ile atılan adımlar tek başına bir değer ifade etmemektedir. İyi niyetli olma vesvesesi, imtihan sürecinde çok tehlikeli sonuçlar doğurmaktadır. Genel olarak insanların düştüğü yanılgı iyi niyet konusudur. Yapılan işin ya da kullanılan aracın meşruluğuna bakmaksızın, sadece iyi niyet aldanması ile çok ciddi hatalar yapılmaktadır. Geçmişte olduğu gibi bugün de aynı sorun yaşanmaktadır. İyi niyet kurbanı olmak en büyük sorun haline gelmiştir.

İyi niyet ile oluşturulan bidatler dinin aslını görünmez hale getirmiştir. Bu problem vahyin aktif bir şekilde indiği ve Hz. Peygamber (s.a.v)’in hayatta olduğu dönmede olma imkânı yoktu. Çünkü Allah’ın razı olmadığı her türlü söylem ve uygulamaya anında müdahale vardı. Hiç kimse keyfi bir şekilde davranamazdı. Hz. Peygamber dahi hemen uyarılıyor ve düzeltme yapılıyordu. Bu şekilde din kemale erdi ve Allah’ın korumasında kıyamete kadar aslı ile devam edecektir. Ancak bu dine muhatap olan mensuplar dinin bu aslını, çeşitli gerekçeler ile görmezden gelerek yaşam sahasında tahrifata uğrattılar. Bu tahrifatın giderilebilmesi için atılması gereken ilk adım, bir şeyler yapmaktan ziyade doğru şeyler yapmak için gerekli olan ölçünün tespit edilmesidir.

Hz. Peygamber, Allah Teâlâ tarafından içinde bulunduğu toplumda elçilik görevi ile görevlendirilmiştir. Bu süreç ilk adımdan son adıma kadar bizzat Allah tarafından yönetilmiştir. Bu sürecin ilk adımı “oku” olarak atılmıştır. Böylece temelinde ilim/ölçü olan bu din insanlığın hayatına girmiştir.

Hz. Peygamber ile birlikte, bu dinin nasıl yaşanacağı ile ilgili ölçüler inşa edilmeye başlandı. İndirilen her bir ayet, bu ölçüler için bir temel oluşturdu. Gerçek hayatın içinde, yaşanılarak oluşturulan ölçüler kıyamete kadar tüm Müslümanlar için uyulması gereken ölçüler özelliği taşımaktadır.

Zaman, mekân ve araçlar değişse de, ölçüleri oluşturan mantık değişmemektedir. Kur’an da zikri geçen peygamberler, farklı zaman ve mekânlarda görevlendirilmelerine rağmen genel olarak aynı ölçüler çerçevesinde tavır sergilemişlerdir. Bu sebeple Kur’an Hz. Peygamber için ölçüleri belirlerken, sık sık geçmiş peygamberlere vurgu yapmıştır. Böylece İslam’ın evrensel ölçüleri baştan sona kadar aynı mantıkla işlenmiştir.

Nüzul sırasına göre Kur’an-ı Kerimi tedkik ettiğimizde, ölçülerin oluşum mantığını çok net bir şekilde görebiliriz. Bu mantığın doğru bir şekilde tespit edilebilmesi için, öncelikle Allah’ın maksadı bağlamında değerlendirmeler yapmak gerekmektedir. Bu maksatta Kur’an da geçen peygamber kıssalarında ve olay analizlerinde çıkarılabilmektedir.

Özelde Hz. Peygamberin ve genelde diğer peygamberlerin sorumluluk sınırlarını incelediğimizde önemli verilerle karşılaşmaktayız. Bu veriler bağlamında oluşan ölçüler bütün Müslümanlar için referans değer niteliğindedir.

Her şeyden önce peygamberler Allah tarafından görevlendirilmişlerdir. Bu görev çerçevesinde uymaları gereken ölçüler de bizzat Allah tarafından belirlenmiştir. Peygamberlere düşen ise görevi, bu ölçüler çerçevesinde gerekeni yapmaktır. Görevli olan peygamberler keyfi olarak sürece müdahil olma yetkisine sahip değillerdir. Bu hususu süreç ve sonuç bağlamında değerlendirmek mümkündür. Peygamberler sonuç endeksli mi? Yoksa süreç endeksli mi? Sorumluluk taşımaktalar. İşte bu soruya verilecek cevap bu konuda bir ölçü ortaya koyacaktır.

Misal: Hz. Yunus (a.s)’ın görev sahasında takındığı tavır ve Allah Teâlâ’nın müdahalesi, ölçüye riayet etmenin ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktadır. Bu konu Kur’an’da şu şekilde işlenmektedir.

“Şüphesiz Yûnus da peygamberlerdendi. Hani o kaçıp yüklü gemiye binmişti. Gemidekilerle kur’a çekmiş ve kaybedenlerden olmuştu. Böylece, Yûnus kendini kınayıp dururken balık onu yuttu. Eğer o, Allah’ı tespih edip yüceltenlerden olmasaydı, mutlaka insanların diriltileceği güne kadar balığın karnında kalırdı.”(Saffat/139-144)

“Zünnûn’u da hatırla.  Hani öfkelenerek (halkından ayrılıp) gitmişti de kendisini asla sıkıştırmayacağımızı sanmıştı. Derken karanlıklar içinde, “Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni eksikliklerden uzak tutarım. Ben gerçekten (nefsine) zulmedenlerden oldum” diye dua etti.”(Enbiya/87)

“Sen, Rabbinin hükmüne sabret. Balık sahibi (Yûnus) gibi olma. Hani o, (balığın karnında) kederli bir hâlde Rabbine yakarmıştı.”(Kalem/48)

Bu ayet-i kerimeler, çok açık bir şekilde verilen görevi, beşeri duyguların ağır basması ile ihmal eden bir peygamberin yaşadığı sonuçları anlatmaktadır. Ayrıca bu olay Hz. Peygambere hatırlatılarak, verilen ölçülere uymayan gibi olma denilerek, sorumluluk bilinci oluşturulmaktadır.

Yani, Allah Teâlâ tarafından verilen görev bir süreçtir. Bu süreçte görev ne ise o yapılacaktır. Sonuç oluşmuyorsa, görevli olan görev sahasını terk edemeyeceği gibi sonuç almak için kendiliğinden yeni bir yol ve yordam da uygulayamaz.

Bu ayetlerde Yunus (a.s)’ın sabırsızlık yönüne vurgu yapılmıştır. Aslında bir yön zikredilerek genel kaide belirlenmiştir. Bu metod Kur’an’ın genel bir üslubudur.

Misal: Kur’an anne/baba baba hakkı ile ilgili ölçüyü belirlerken yapılmaması gereken en alt şeyi zikrederek, konuyla ilgili bütün olumsuz şeyleri kapsamına almaktadır. En alt olumsuz olan ifade ise ‘öf’ bile dememektir.

“Rabbin, kendisinden başkasına asla ibadet etmemenizi, anaya babaya iyi davranmanızı kesin olarak emretti. Eğer onlardan biri, ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara “öf!” bile deme; onları azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle.”(İsra/23)

Hiç kimse şu iddiada bulunamaz, Kur’an da annenizi/babanızı dövmeyin diye bir ifade geçmiyor. Onlara öf demeyin deniliyor, bu yüzden dövülebilir demez.

Hz. Peygamber’in diğer bir peygamber hatası ile uyarılması önemli bir mesaj içermektedir. Bu mesaj bir boyutu ile Hz. Peygambere sınırlarını/sorumluluklarını hatırlatmaktadır. Çünkü Hz. Peygamber de ilk aşamada süreçten ziyade sonuç endeksli bir düşünce ile bir takım adımlar atmak istemiştir. Bu durum Kur’an da şöyle geçmektedir.

“Onlar iman etmiyor diye üzüntüden neredeyse kendini yiyip bitireceksin. Eğer dileseydik onlara gökten öyle bir mucize indirirdik ki, onun karşısında ister istemez boyun eğerlerdi.” (Şuara, 26/3-4)

Bu ayetlerde, insanlara karşı duyduğu sevgi ve aşırı şefkat yüzünden ıstırap çeken Hz. Peygamber (s.a.s)’e teselli verilmekte, onun Allah’ın izni olmadan kimseyi imana getirmeyeceğine, böyle bir görevinin de olmadığına vurgu yapılmaktadır.

Bu uyarılar önemli uyarılardır. Peygamber dahi olsa sonuçtan sorumlu değildir. Süreç içerisinde kendilerine verilen görevden sorumlulardır. Bu sınırı ihlal etme noktasında gösterdikleri en küçük bir işarete bile hemen müdahale edilmektedir.

Hz. Peygamber ve diğer peygamberler, insanların iman etmesi için büyük bir çaba içerisinde idiler. Bazı durumlar da bu istekleri sebebi ile hatalı bir düşünce ve eylem içerisine de girebilmişlerdir. Daha önce Hz. Yunus’un bu konuda ki tavrını ele almıştık. Hz. Peygamber’in bu konudaki isteği ile ilgili ayette yukarıda geçmektedir. Kur’an-ı Kerim peygamberlerin bu hususta yaşamış olduğu örnekleri değerlendirerek bir ölçü ortaya koymuştur.

Birçok ayette, Hz. Peygamber’in aşırı isteği karşısında uyarılar gelmiş ve bu hususta takınması gerekn tavır ortaya konmuştur.

Misal:

“Eğer onların yüz çevirmeleri sana ağır geldiyse; bir delik açıp yerin dibine inerek, yahut bir merdiven kurup göğe çıkarak onlara bir mucize getirmeye gücün yetiyorsa durma, yap! Eğer Allah dileseydi, elbette onları hidayet üzere toplardı. O hâlde, sakın cahillerden olma.”(Enam/35)

“Allah dileseydi, sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat O, dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. Yapmakta olduğunuz şeylerden mutlaka sorguya çekileceksiniz.”(Nahl/93)

“…..İman edenler anlamadılar mı ki, Allah dileseydi bütün insanları doğru yola eriştirirdi…”(Rad/31)

Bu ayet-i kerimelerde, hem uyarı hem de düzeltme yapılmıştır. Allah’ın iradesi ve maksadı ortaya konarak, beşeri duygular sonucu oluşan isteklerin yanlış ve yersiz olduğu vurgulanmıştır. Verilen mesajda sizin gerçekleştirmeye çalıştığınız şeyi Allah zaten biliyor ve buna gücü de yetiyor. Ancak Allah’ın muradı bu değildir. Bu sonucu gerçekleştirmek sizin göreviniz değildir. Siz süreçle mükellefsiniz, sonuçtan değil.

Hz. Peygamber bu görevi icra ederken, muhalif olanlar bir takım tavizler koparmak için teklifler sunmuşlardır. Bu teklifler karşısında takınılması gereken tavırlar nelerdir? Peygamber hangi hususlarda uyarıldı? Bu uyarı dilinin şiddeti nasıldı?

 

Misal:

“İstediler ki, yumuşak davranasın, böylece onlar da yumuşak davransınlar.”(Kalem/9)

Tefsir:

Resûlullah’ın şahsında bütün müminlere hitap edilerek peygamberi yalancılıkla itham eden ve hakkı yalan sayanlara boyun eğmemeleri, onların iradelerine teslim olmamaları istenmektedir. Çünkü inkârcılar Hz. Peygamber’in ahlâkî prensipler ve manevi değerler konusunda taviz vermesini, bu anlamda uzlaşmacı davranmasını ve İslâm’ın kendilerine ters gelen, çıkarlarıyla çatışan yönlerinin bırakılmasını istiyor; buna karşılık kendilerinin de taviz vereceklerini ve ona engel olmayacaklarını söylüyorlardı. Hatta bir müddet Hz. Peygamber’in kendi ilâhlarına tapmasını, bir müddet de kendilerinin Hz. Peygamber’in ilâhı olan bir Allah’a tapmalarını teklif etmişlerdi (Şevkânî, V, 309). Allah Teâlâ onların bu tutum ve beklentilerine karşı Hz. Peygamber’in tavizsiz davranmasını, gevşeklik göstermemesini istemektedir. Zira doğru yol O’nun yoludur ve hak ile bâtıl birbirine karıştırılamaz.

Bu ayet ilk inen surelerden biri olan Kalem suresinde geçmektedir. Sürecin daha başında iken taviz koparmak için teklif getirdiler. Burada geçen yumuşak davranasın dan kasıt taviz vermesini istemektir. Yani Allah’ın belirlediği ölçülere uymayarak biz zeminde uzlaşma isteği.

Bu şekilde, daha ilk adımda bu ölçü belirlenmiştir. Taviz verilmeyecektir. Ancak batılın bu noktada teklifi her zaman olacaktır. Bu teklifler karşısında Hz. Peygamber’in düşüncesi ve buna yönelik uyarılar farklı ayetlerde işlenmiştir.

Misal:

Onlar, sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı uydurman için az kalsın seni ondan şaşırtacaklardı. (Eğer böyle yapabilselerdi) işte o zaman seni dost edinirlerdi.”(İsra/73)

Tefsir:

İbn Âşûr şöyle demektedir (XV, 172): Peygamber’in putperestleri İslâm’a çekmek ve Müslümanlara güvenlik ortamı sağlamak istemesi, onun içinde putperestlerin bazı önerilerini olumlu karşılama eğilimi doğurdu. Bu öneriler, onlara karşı daha yumuşak bir üslûp kullanma, kendilerini dinleme, liderlerine meclislerde yer açma gibi Peygamber’in onları memnun etmesini sağlayacak, gönüllerini kazanmaya ve sonuçta dini yaymaya yarayacak davranışlardı; en azından bunlar müslümanlara bir zarar doğurmayacaktı. İşte âyet Resûlullah’ı bu tür tutumlar hususunda dikkatli olmaya çağırmaktadır

“Eğer biz sana sebat vermiş olmasaydık, az kalsın onlara biraz meyledecektin.”(İsra/74)

“İşte o zaman sana, hayatın da, ölümün de katmerli acılarını tattırırdık. Sonra bize karşı kendine hiçbir yardımcı bulamazdın.”(İsra/75)

Tefsir:

Bu ayetlerde müminlerin akıllarından çıkarmamaları gereken anlamlı bir uyarı daha vardır: İlkelerine, buyruklarına uyduğunuz, öğüdünü dinleyip yolundan gittiğiniz sürece daima yardımıyla sizi destekleyecek olan Allah, eğer inkârcıların uydusu olursanız arkanızdan yardımını çektiği gibi artık O’nun size vereceği cezayı önleyecek başka bir yardımcı da bulamazsınız. Bunlar Kur’an’ın, değeri ve önemi hiçbir zaman göz ardı edilmemesi gereken evrensel uyarılarıdır.

Hz. Peygambere çok net uyarılar yapılmaktadır. Hiç kimse Hz. Peygamber’in kötü bir niyet ile hareket edeceğini düşünemez. O’nun amacı Müslümanların bir nebze de olsa rahat etmesidir. İslam’ı daha rahat anlatmak için bir zemin oluşturmaktı. Ancak bu iyi niyete rağmen çok sert bir üslup ile uyarılmaktadır.

Bu ayetler bağlamında bugün değerlendirildiğinde bir takım soruların sorulması gerekmektedir.

İslam hukukunun Müslümanlar için bağlayıcılık boyutu var mıdır?

Var ise, olayların değerlendirilmesinde neden İslam hukuku kullanılmıyor?

İslam’a hizmet etmek niyeti ile verilen sınırsız tavizleri nasıl değerlendireceğiz?

Müslümanların rahat etmesi için yapılan süresiz takiyyeleri nasıl değerlendireceğiz?

Allah’ın yardımından mahrum kalarak nasıl bir başarı elde edeceğiz?

Çok basit bir mantık ile değerlendirildiğinde cevaplar kendiliğinde oluşacaktır.

Devam edecek

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.