Dahlan’dan İbni Selman’a Ortadoğu

Dahlan’dan İbni Selman’a Ortadoğu

Dahlan’dan İbni Selman’a Ortadoğu

Yeni gelen eskiyi aratırmış sözü, 21. yüzyılda olup bitenlerin 20. yüzyılı aratması nedeniyle bir daha tecelli etmiştir. Çünkü bu yeni yüzyılın ilk çeyreği bile bitmeden milyonlarca insan katledilmiş, on milyonlarcası ise en zor şartlar altında mülteci konumuna düşürülmüş, ülkeler yağmalanmış, zenginlikleri talan edilmiştir. Toplumlar, etnik ve mezhebi farklılıklar dolayısıyla kutuplaştırılarak ulusal ve bölgesel savaşlar kışkırtılmış, yüzyılların kazanımı uluslararası kural ve değerler çiğnenerek yeni bir küresel savaşın eşiğine getirilmiştir. Bunca katliama ve 20. yüzyılın sonlarına doğru Sovyet Sosyalist Cumhuriyet Birliği (SSCB)’nin dağılarak parçalanmasına rağmen kapitalist dünyanın emperyal iştahı dinmemiş ve yeni plan ve projeler devreye sokulmaya başlanmıştır. Bu nedenle 20. yüzyılın gözdesi ulus devletler, yeni yüzyılda, emperyal üretim odakları (think tank kuruluşları) tarafından üretilen projeler çerçevesinde, etnik ya da mezhebi yönden daha da küçük parçalara ayrılarak kolayca yönetilir/yutulur hale getirilmeye çalışılmıştır. Bu nedenledir ki kargaşanın, iç karışıklığın ve iç savaşın olmadığı, örgüt ya da devlet terörünün masum ve mazlum insan topluluklarını tutsak almadığı -neredeyse- hiçbir kara parçası kalmamıştır. Ne yazık ki, devlet destekli CIA, MOSSAD, IM6, BND, KGB gibi istihbarat örgütlerinin estirdiği terör dünyayı yaşanmaz hale getirmiştir. Nitekim hiçbir ülke hatta ABD de, Fransa da, Belçika da dâhil hiçbir yer, insanlar için artık güvenli değildir. Bunun nedeni emperyal ve Siyonist güçlerin doymak bilmez emperyal iştahlarıdır. İşin ilginç yanı ise bu küresel güçlerin, İslam coğrafyasında estirdikleri devlet terörünün bir gün dönüp kendilerini de bumerang gibi vuracağını unutmuş olmalarıdır. Zaten bugün ABD’nin de, İngiltere’nin de ve diğer Avrupa ülkelerinin de güvenli olmamasının nedeni budur. Ama unutmasınlar ki, Afganistan’da, Irak’ta, Filistin’de ve diğer coğrafyalarda katledilen masum ve mazlum halkların ahının bir gün mutlaka kendilerini de tutacaktır. Nitekim bunun örneklerine Fransa’da, ABD’de ve Belçika’da patlayan bombalarda görmekteyiz. Böyle giderse daha fazlasını da göreceğiz. Evet, eskilerin deyimiyle küfür devam eder ama zulüm asla devam etmez. ABD’de, Fransa’da, Almanya’da, İngiltere’de ve diğer batılı ülkelerde patlayan bombalar, batılı halkların da mazlum coğrafyalarda batılılar tarafından estirilen terörü tatmaya başladıklarını göstermektedir. Irak’ta Nur bacının hayallerini, gelecekle ilgili umutlarını yok eden emperyal kafirler bilmeliler ki onların da hayallerini ve umutlarını yok edecek birileri çıkacaktır. Bu asla unutulmasın.

ŞERİF HÜSEYİN’DEN BİN SELMAN’A İHANET ZİNCİRİ!

Ne yazık ki tarih yeniden tekerrür ediyor. Çünkü dün kendi ülkelerine ihanet eden hainlerin ihanetleri, bugün evlatları, torunları tarafından tekrarlanmaktadır. 20. yüzyılda Şerif Hüseyin’in, Abdülaziz bin Suud’un, Osmanlı’ya ve kendi halklarına, dönemin emperyal ülkelerinin kucağında gerçekleştirdikleri ihanetleri, bugün de torunları Abdullah’lar, Bin Selman’lar ve Bin Zeyad’lar tarafından gerçekleştirilmektedir. Değişen bir şey yok ne yazık ki! Aslında -isimleri değişse de- emperyal ülkelerin de politikalarında bir değişiklik yok; aynı şekilde sömürge politikaları, işgaller, istilalar ve katliamlar, onların da torunları tarafından bugün de aynen devam ettirilmektedir. Nitekim 1900’lu yılların başında Osmanlı sonrası bu bölge, emperyal amaçlı nasıl şekillendirilmişse, bugün de bu bölge yeniden şekillendirilmeye çalışılmaktadır. Geçen sene Sykes-Picot’un, bu sene ise Balfour Deklarasyonu’nun 100. yılıdır, her ikisi de emperyal proje olup, Ortadoğu’nun bugünkü şeklini belirlemiş ve sınırlarını çizerek onlarca devletçiğin kurulmasını sağlamıştır. Bugün, bu projeler artık emperyal ihtiyaca cevap ver(e)mediği için, yeni projeler devreye sokulmak istenmektedir. Abdülaziz bin Suud’un torunları ile Şerif Hüseyin’in torunları ve aynı zihniyette olan diğer hain işbirlikçiler emperyal ve Siyonist güçlerin kuklası olarak Ortadoğu’yu onlar adına yeniden dizayn etmeye çalışmaktadırlar. O günlerde işbirlikçi hain yönetici ataları, emperyal ve Siyonist güçler tarafından nasıl aldatılmış ve tarihin çöplüğüne atılmışlarsa bugünküleri de aynı akıbet beklemektedir.
Elbette ki bu coğrafyadaki hainler sadece bir Şerif Hüseyin ya da Abdülaziz bin Suud’dan ibaret değildir. Hangi ülkeye bakarsanız bakın başa getirilen her yönetici küresel işgalci güçlerle iş birliği yapan ve sonrasında zelil bir şekilde yüzlerine bile bakılmayarak kendi hallerine terkedilen o kadar çok hain, işbirlikçi yönetici vardır ki, saymakla bitmez. İran Şah’ından, Tunus diktatörü Zeynel Abidin Bin Ali’ye, Hüsnü Mübarek’ten Saddam’a kadar ve daha sayılmayacak kadar birçok hain diktatör! Aynı şekilde bugün emperyal ve Siyonist güçlerin kucağında halklarına ve komşu ülke halklarına zulm eden Dahlan’dan Bin Zayed’e, Bin Salman’dan Sisi’ye kadar olan diktatör ve hain işbirlikçiler de miadı dolunca tarihin çöplüğüne atılacaklardır. Bunun için çok gerilere gitmeye gerek yok sadece son 50-60 senelik yakın tarihe göz atmak yeterli olacaktır.
Arap Baharı bölge halkları için bir umut olmuştu. Nitekim, Arap Baharı’nda mazlum bölge halklarının kendi diktatörlerine karşı ölümüne ayaklanmaları, sadece bölge halklarına değil, dünyanın diğer mazlum haklarına da cesaret vermiş ve onları umutlandırmıştı. Ancak ne yazık ki, bölgede menfaati bulunan küresel sömürgeci güçler, bölgedeki işbirlikçi hainleri de kullanarak Arap Baharı’nı, kısa bir sürede Arap kışına çevirebilmişlerdir. Böylece sadece bölgenin mazlum halklarının değil bütün dünya mazlumlarının umut ve cesaretlerini kırmışlardır. Nitekim Suriye’de halk ayaklanmasına karşı Nusayri Baas vahşeti devam ederken 3 Temmuz 2013’de halkın teveccühü ile iktidara gelen Mursi’ye karşı Suud krallığı ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE)’nin de yardımıyla hain, işbirlikçi Sisi darbesi gerçekleştirilmiştir. Bizler, bu coğrafyanın mazlum halkları bunun şaşkınlığını yaşarken başka başka yerlerde yeni problemler ve iç kargaşalıklar çıkarılarak, kitleler umutsuzluğa sevk edilmek suretiyle cesaretleri kırılmaya çalışılmıştır. Ayrıca hala 2001’den beri Afganistan’da, 2003’den beri de Irak’ta emperyal vahşet bütün çirkinliğiyle devam etmekteydi. Üstelik bu katliamlar ve tecavüzler, uşak ruhlu Karzai’ler, Allaviler, Dahlan’lar, Sisi’ler, bin Zayed’ler, bin Salman’lar, Kadirov’lar kanalıyla gerçekleştirilmekte idi. Bu coğrafyada küresel güçlerce gerçekleştirilen bütün işgallerde, istilalarda ve tecavüzlerde birinci derecede sorumlu bu işbirlikçi hain kukla yöneticilerdi. Elbette emperyal ve Siyonist güçler bu işgal ve katliamlardan dolayı masum değildi, en az onlar kadar bu kapitalist ve Siyonist güçler de suçluydu. Ama asıl suçlu, bu coğrafyada mazlum halkların omuzlarına kene yapışmış, kan içici vampir yöneticilerdi. Bizler, bu topraklarda yaşayan Müslüman halklar, bu kan içici vampirlere, halkını, ümmetin kaynaklarını sömürerek semizleşen ve batılı emperyalist güçlere peşkeş çeken bu katiller güruhuna karşı sesimizi yükseltmez, topraklarımıza uzanan elleri kırmak için gayret göstermezsek daha çok katliamlara ve tecavüzlere uğrarız demektir.

TRUMP’IN SUUD ZİYARETİ VE BÖLGESEL KRİZLER

Suud krallığı kurulduğu ilk yıllarda İngiliz, 1945’lerden sonra ise ABD emperyalizminin hegemonyasına girerek varlığını devam ettirmiştir. Aradan geçen bunca seneye rağmen bu ilişkide -ufak tefek problemler hariç- hiçbir değişiklik olmamıştır. Nitekim Obama döneminde Suud krallığı ile ilişkileri -kopacak tarzda- sıkıntıya sokmayacak derecede küçük bir kriz yaşanmıştır. Bu krizin nedeni 11 Eylül olaylarına karışan 19 kişiden 15’nin Suud vatandaşı olması idi. 11 Eylül saldırılarında hayatını kaybedenlerin yakınları ile Amerikalı sigorta şirketleri, El Kaide’ye destek verdikleri iddiasıyla Suudi Arabistan ve bazı Suudi vakıflarına tazminat davası açmak için yasal düzenleme gerekmekte idi. Barack Obama’nın vetosuna rağmen, ABD Kongresi geçen yıl Suudi Arabistan ve yabancı şahısların 11 Eylül saldırılarından sorumlu tutulmalarının önünü açan yasayı da kabul etmişti. Suud yönetimi ise bunun yasalaşarak yürürlüğe girmesi halinde ABD’de bulunan 750 milyar dolarlık yatırımını başka yerlere çekeceğini açıklamış, ancak ABD buna izin vermeyeceğini söyleyerek krizin daha da derinleşmesine neden olmuştu.
Obama döneminde Suud ile ABD yönetimi arasındaki kriz, Trump’ın yönetime gelmesi ile çözülmeye başlamıştır. Bu nedenle Trump ilk yurt dışı gezisini 20 Mayıs 2017’de Suud’a yapmıştır. İşte Katar krizi başta olmak üzere, Filistin, Lübnan ve Suud ile İran arasındaki krizin daha da derinleşmesi de bu ziyaretten sonra başlamıştır. Hatırlanacağı üzere Trump, Kral Salman Bin Abdülaziz ve Mısır darbecisi Abdülfettah es-Sisi bir kürenin üzerine ellerini koyarak kılıç dansı gölgesinde şov yapmışlardı. Aynı gün ABD ile Suud arasında toplam 380 milyar dolarlık anlaşma imzalanmış ve bunun 110 milyar dolarlık kısmı silahlanma ile ilgili olduğu açıklanmıştır. Trump’ın Suud’da, Robert Fisk’in deyimiyle çok sayıda diktatör, yolsuz otokratlar, zorbalar, işkenceciler ve kafa kesenlerle bir toplantı yapmış ve bu toplantıda yaptığı konuşmada; bir taraftan Katar’a övgüde bulunarak önemli bir stratejik müttefik olduğunu söylerken diğer yandan da İslami Direniş Hareketi “Hamas”ı terör örgütü olarak suçlayarak Arap ve İslam ülkeleri liderlerine seslenerek, radikalleri ülkelerinden çıkarmalarını istemiştir. Oysa terörist örgüt olarak ilan ettiği Hamas’ın liderlerinin bir bölümü stratejik müttefik olarak övdüğü Katar’da yaşamaktaydı. Üstelik Hamas, Filistin’de –Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Katar Emiri Temim Bin Hamed El Sani’nin de belirttiği gibi- terör örgütü olmayıp milli kurtuluş hareketi idi ve asıl terörist olan ABD ve bölgedeki jandarması Siyonis işgale karşı onurlu bir mücadele vermekteydi.
İşte Trump’ın bu konuşmasından kısa bir süre sonra 5 Haziran’da Suud, BAE, Mısır ve Bahreyn, Katar’la, Müslüman Kardeşleri ve Hamas’ı kastederek terörist örgütlere yardım ediyor diye diplomatik ilişkilerini kesmişler, kara ve hava sahalarını ise kapatmışlardır. Ayrıca 48 saat içerisinde Katarlıların ülkelerini terk etmelerini de istemişlerdir. Bu kriz, Türkiye ve İran’ın Katar ile dayanışması sonucu istenilen sonucu vermemişse de halen -çok etkili olmasa da- devam etmektedir.
21 Haziran’da ise kral Selman Bin Abdülaziz, Suud’daki uygulamaları ters yüz ederek Ocak 2017’de veliahtlığa getirdiği yeğeni Veliahd Prens Muhammed Nayif’i görevden alarak yerine 31 yaşındaki oğlu Muhammed Bin Selman’ı getirmiştir. Zaten Katar krizinin ve Yemen saldırısının arkasındaki isim de bu Prens Veliahd idi. Bu Veliahd’ın, BAE Prens Veliahdı Muhammed Bin Zayed ve Muhammed Dahlan iyi ilişkileri bulunmaktadır. Geçtiğimiz Mart ayında Veliahd Bin Selman’ı Amerika’ya götürüp, Trump’la görüştüren de Muhammed Bin Zayed idi. Bu üçlünün aynı zamanda ABD Başkanı Donald Trump’ın damadı ve danışmanı Jared Kushner ile ve Siyonist İsrail ile de iyi ilişkileri bulunmaktadır. Trump’ın damadı Kushner, Lübnan Başbakanı Saad Hariri’den kısa bir süre önce Riyad’a gizlice giderek Bin Selman ile görüşmüş ve bölgeye, Lübnan’a ve Filistin’e dönük planlar üzerinde görüşmeler yapmıştır. Bu görüşmeden kısa bir sonra da Hariri Riyad’a gitmiş ve Bin Selman ile görüşmüştür. Bu görüşmede Kushner’in Lübnan planı Hariri’ye dayatılarak istifası sağlanmıştır. Aynı plan 7 Kasım’da Riyad’a ziyarette bulunan Mahmud Abbas’a da dayatılmıştır. Abbas’dan ya istifa ya da ABD-Siyonist İsrail’in Filistin’e dönük planını kabul etmesi için ültimatom verilmiş ve bu da basına yansımıştır.
Filistin’de Hamas’a dönük Dahlan, Sisi ve Siyonist İsrail’in planı Katar krizinden önce devreye sokulmuştu. Amaç Hamas’ı ehlileştirerek Siyonist İsrail’e boyun eğer hale getirmektir. Bu nedenle gerek Siyonist İsrail ve gerekse darbeci Sisi, Gazze’yi abluka altına alarak Gazzelilerin en zorunlu ihtiyaçlarını bile karşılamaları engellenmiştir. Gazzeliler için hayatın yaşanmaz hale gelmesi, Hamas’ı istemediği halde bazı adımları atmaya zorlamıştır. Nitekim bu konuda ilk adım, HAMAS’ın lideri Halid Meşal tarafından Katar’ın başkenti Doha’da 1 Mayıs 2017 tarihinde düzenlenen basın toplantısıyla ilan edilen Yeni siyaset belgesi ile atılmıştır. Bu yeterli görülmemiştir ki Hamas, yeni bir adım daha atmak zorunda bırakılmıştır. Nitekim Mısır’da 12 Ekim’de Fetih ile Hamas arasında yapılan görüşme sonucunda Hamas, elindeki bölgeleri Fetih’e devretmeyi kabul ederek istenilen adımı atmıştır. Fetih ile Hamas’ın uzlaşısının arkasında darbeci Abdulfettah es-Sisi ile Fetih’in ihraç edilen ve Arafat’ı zehirleyen karanlıklar prensi olarak da adlandırılan Muhammed Dahlan olduğu belirtilmiştir. Bu uzlaşıya göre -şimdilik- içeride Hamas, sınırlarda ise Fetih yani Dahlan ekibi söz sahibi olacaktır. Bu, devam eder mi, bunu zaman gösterecektir. Çünkü Hamas’a boyun eğdirmek isteyenler yakın bir gelecekte Hamas’ın silah bırakmasını da isteyecektir. O zaman Hamas ya silahı bırakacak ya da tekrar yeniden savaşmak zorunda kalacaktır. Bu ise tekrar başa dönülmüş olacaktır.
Trump’ın ziyaretinin neden olduğu diğer bir kriz ise Lübnan Başbakanı Saad Hariri’nin Suud ziyareti esnasında 4 Kasım’da yaptığı basın toplantısında İran’ın ve müttefiki Hizbullah’ın Lübnan’da giderek artan etkisine dikkat çekerek, “Şu anda adeta, babam Refik Hariri’nin ölümüyle sonuçlanan suikastın öncesindeki atmosfer ve iklimi yaşıyoruz. Hayatıma yönelik olarak neyin gizlice planladığını sezmiş durumdayım” ifadelerini kullanarak istifa ettiğini açıklamıştır. Oysa Hariri, 3 Kasım günü İran dini lideri Ayetullah Ali Hameney’in Başdanışmanı Ali Ekber Velayeti ile görüşmüştü. Ertesi gün Suud’a gitmiş ve bu açıklamayı yapmıştır. İstifa nedeni ile ilgili çok şey söylenmiştir; Bin Selman’ın baskısıyla bu açıklamayı yapmak zorunda kaldığı, Suud’da gözaltında olduğu gibi! Herkes biliyor ki, Trump’ın ziyaretiyle başlayan bu sürecin en önemli yanı Sünni Arap dünyası ile Şii İran’ı kapıştırmaktır. Bunun için de Muhammed bin Selman, Muhammed Dahlan ve Muhammed bin Zayed piyon olarak kullanılmaktadır.

SUUD’UN 2030 PROJESİ VE ‘ŞERİATSIZ BİR BÖLGE’

Suud için en önemli kriz ise 4 Kasım’da 11 Prens ile yeni ve eski bakanların tutuklanarak gözaltına alınması, mal varlıklarına el konulmasıdır. Aslında bunun işaretleri 21 Haziran’da Muhammed Bin Selman’ın Veliahtlığa getirilmesiyle verilmişti. 24 Ekim günü Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman da bu yaşananların ardından Riyad’da Kamu Yatırım Fonu’nun düzenlediği ve 60 ülkeden 2 bin 500 kişinin katıldığı “Yatırımın Geleceği Girişimi Forumu”nda ülkesinin “1979 yılı öncesinde olduğu gibi radikal düşünceleri hızla yok ederek ılımlı İslam’a” yöneleceğini duyurmuştur. “Biz, daha önce olduğu gibi tüm dünyaya, geleneklere, halklara ve dinlere açık olan ılımlı İslam’a dönüyoruz” ifadesini kullanmıştır. Suudi Arabistan nüfusunun yüzde 70’inin 30 yaşın altında olduğunu, hayatlarının 30 yılını radikal fikirlerle uğraşarak kaybetmeyeceklerini ve radikal düşünceleri derhal yok edeceklerini belirten Bin Selman, şunları söylemiştir: “Hoşgörülü dinimizi, gelenek ve görenekleri yansıtan normal bir hayat yaşamak istiyoruz. Dünyayla birlikte yaşayıp ülkemizin ve dünyanın gelişimine katkıda bulunmak istiyoruz.”
Ayrıca 500 milyar dolarlık fon ile devasa (mega) proje, kısa adı Neom (İngilizce New’in ‘yeni’ ve Arapça Müstakbel ‘gelecek’ kelimesinin ilk harflerinin birleşiminden oluşur.) olan ‘Yeni Gelecek’ açıklanmıştır. Neom Suudilerin ‘2030 Perspektifi’ olarak sunulmuştur. Bu proje, Suudi Arabistan, Ürdün ve Mısır’ın, Suudi Arabistan Kuzey batısına düşen Kızıl deniz sahilinde yaklaşık 26 bin 500 kilometrekareye kuracakları ve Suud yasalarının uygulanmayacağı (!) bir serbest bölge projesidir. Bazılarının deyimiyle ‘şeriatsız bölge’ olacak burası! Yani Şeriatın uygulanmadığı, kadın erkeklerin rahatlıkla girebilecekleri plajların bulunduğu, turistlerin rahat bir şekilde gelip gidebilecekleri bir bölge oluşturulmak istenmektedir. Amaç, BAE’nin ABD Büyükelçisi Yusuf el-Uteybe’nin dediği gibi Suud başta olmak üzere körfez ülkelerini laikleştirmektir. Gerçi Suud’da ya da diğer Körfez ülkelerinde zaten ‘şeriat/İslami hükümler’ uygulanmamaktadır. Şayet Suud’da ve diğer Körfez ülkelerinde ‘şeriat/İslami hükümler’ uygulanıyor olsaydı, başta kral ve prensler olmak üzere bütün yetkililer yolsuzluktan, rüşvetten ve gayri meşru ilişkilerden dolayı çoktan hakkettikleri cezalara çarptırılarak gün yüzü göremeyeceklerdi.

Suud’da başlatılan bu değişim ve dönüşüme engel olma ihtimali olan 70’den fazla alim ve kanaat önderleri geçtiğimiz Eylül ayında tutuklanmış ve hapse atılmışlardır. Bu tutuklamalar, bundan böyle Ilımlı İslam ya da 2030 projesine karşı çıkma ihtimali olanlara aynı zamanda bir göz dağı olacağı düşünülmüştür. Bununla da yetinilmemiş 4 Kasım Cumartesi günü Veliahd Prens Bin Selman’ın iktidarı için engel olarak görülen prens, bakan ve iş adamları da tutuklanmıştır. Bu tutuklamaların daha da devam edeceği Suud başsavcılığı tarafından da açıklanmıştır. Bu tutuklamaların bir başka belki de en önemli amacı ise ABD-İsrail ittifakının bölgeye dönük planlarının gerçekleşmesi önündeki engellerin/pürüzlerin kaldırılmış olmasıdır. Bu plan başarılı olur mu, bunu zaman gösterecektir. Ama başarılı olmazsa Suud’da büyük bir iç bunalım meydana gelecek, başarılı olması durumunda ise coğrafyanın büyük bir kapışmaya sahne olma ihtimali bulunmaktadır. Çünkü bu projeler ve gerçekleştirilen tutuklamalar, Suud’un ve bölgenin menfaatine olmaktan ziyade ABD ve İsrail’in patronluğunda, tamamen İsrail’in güvenlik çıkarlarını önceleyen, ABD’nin Ortadoğu’daki gücünü yeniden tesis etmeye odaklanan proje ve uygulamalardır. Neocon yazar Michael Pipes’in de dediği gibi Ortadoğu’da yapılan savaşların hiçbir kazananı olmayacak ama hepsi de Amerika’nın lehine olacaktır. Yani Neoconların yani Siyonizmin.
Sonuç olarak;
Bin Selman, Bin Zayed, Dahlan ile ABD ve İsrail;
1- Filistin’de Hamas’ı devre dışı bırakarak Gazze’yi ve dolayısıyla da Filistin’i Dahlan’ın ekibine teslim ederek Siyonist İsrail için başkenti Kudüs olan büyük İsrail devletinin önünü açmaktır.
2- Lübnan’da, Siyonist İsrail için tehdit ve tehlike oluşturan İran yanlısı Hizbullah’ı ortadan kaldırarak, Siyonist İsrail-ABD ittifakının bölgede gerçekleştirmek istediği dizaynı kolaylaştırmak ve aynı zamanda da Suud ve Mısır için de tehlike olmaktan çıkarmaktır
3- Siyonist İsrail-Mısır-Suud ve BAE ortaklığını pekiştirerek başta Müslüman Kardeşler olmak üzere bölgede diktatörlüklere ve krallara karşı mücadele etme ihtimali olan İslami direniş gruplarını yok ederek hem diktatörler/krallar için hem de emperyal ve Siyonist güçler için bölgeyi dikensiz bahçe dönüştürmektir.
4- Ilımlı İslam projesi ile dünyada ‘radikal İslam’ olarak adlandırılan anlayışın beslenme kaynağı olan Vahhabilik düşüncesini tehlike olmaktan çıkarmak ya da an azından ılımlaştırarak liberalleştirmektir.
5- Müslümanları Arap olan ve olmayan diye ayırmak suretiyle hem İslam’ı Arap dünyasına hapsetmek hem de Irak’taki Arap Şiileri İran’dan kopararak kendi yanlarına çekmeye çalışmak. 11 yıl aradan sonra Mukteda es-Sadr’ın Suud’u ziyaretinin bir başka anlamı var mıdır?
6- Bölgede mezhep savaşı çıkararak Suud üzerinden Sünni dünya ile İran’ı savaştırmak, böylece İslam ve Müslümanlar için kutsal olan Mekke (Mescid-i Haram) ve Medine’yi (Mescid-i Nebevi) harabeye çevirmektir. Aslında yapılmak istenen sinsi bir şekilde Haçlı zihniyetini bölgeye egemen kılmaktır.
Bunları başarabilirler mi? Asla! Çünkü;
1- Hamas her ne kadar uzlaşı hükümetini kabul ederek Gazze’yi Mahmud Abbas’a teslim etmişse de bu, bütünüyle Abbas’a boyun eğmiş ve bundan sonra olup biten hiçbir şeyle ilgilenmeyecek anlamına asla gelmez. Gazze’ye ve Gazze’lilere yönelik gerek Dahlan’dan ve gerekse Siyonist İsrail’den bir tehdit söz konusu olduğu zaman Hamas üzerine düşeni yapacaktır.
2- Siyonist İsrail 100 savaş uçağıyla Lübnan sınırda tatbikat yaptığı haberleri basına yansımıştır. Suud’un da İsrail’in Hizbullah’a saldırması karşılığında milyonlarca dolar teklif ettiği söylenmektedir. Sözün özü, Hizbullah’a yönelik bir saldırı söz konusu olduğu zaman bu saldırıya ilk karşılık verecek olan ülke İran olacaktır. Bunun için de sadece Lübnan’da değil Suud’da, Umman’da, Bahreyn’de, Kuveyt’teki Şiileri de ayaklandırarak bölgeyi ve özellikle de adı geçen ülkelerde iç karışıklık çıkaracaktır. Bunu bahse konu olan hiçbir ülke göze alamayacaktır. Ayrıca Yemen’de Husi hareketini, Irak’ta ise Haşdi Şabi’yi harekete geçirerek bu ülkelere ve özellikle de ABD’nin bölgedeki üslerine ve menfaatlerine yönelik saldırılar gerçekleştirmeye yönelecektir
3- İran’a yönelik -ABD ve Siyonist destekli- Suud’dan bir saldırı söz konusu olduğu zaman -ki bu çok zordur- İran ile birlikte hareket edebilecek Rusya, Çin, hatta Türkiye gibi ülkelerin etkisini ABD ve Siyonist İsrail göz önünde bulundurmak zorunda kalacaktır.
4- Ilımlı İslam konusunda da başarılı olamazlar. Kaldı ki Suud yönetiminin uyguladığı yönetim şekli zaten Ilımlı İslam’dır. Yani içi boşaltılmış, yönetime talip olmayan ve ABD’ye karşı çıkmayan bir anlayış zaten Suud’da egemendir. Ilımlı İslam ile Vahhabilik kaldırılmak ya da yumuşatılmak isteniyorsa, bu da çok zordur. Çünkü Suud’da dini kurumların tamamı Muhammed Bin Abdülvahhab ailesinin elinde bulunmaktadır. Bugün hala sokaklarında sigara içilmeyen, televizyon seyretmeyen bölgeler bulunmaktadır. Zor kullanılırsa ABD ve Siyonist İsrail’in istediği gerçekleşir. Yani iç savaş ve sonrasında da Suud’un parçalanması söz konusu olur. Bu iç savaştan ya da parçalanmadan Körfez’in her ülkesi etkilenir.
Ne yapmak lazım;
1- ABD ve Siyonist İsrail destekli Dahlan, Sisi, Bin Selman ve Bin Zayed’in planlarını boşa çıkarmak için bunların gerçek yüzleri ve asıl planları bölge halklarına ve dünya kamuoyuna açık seçik anlatmak,
2- Türkiye’nin, her şeye rağmen Kuveyt ve Katar arasında, mezhebi ve etnik tarafgirlikten uzak hakem rolü oynayarak bölgenin bir felakete sürüklenmesini engellemek için ülke menfaatlerini de çok düşünmeden bölgenin menfaatlerini her şeyin önünde ve üstünde tuttuklarını herkese göstermesi. Aksi halde Türkiye’de dâhil hiçbir ülke tutuşturulacak bir etnik ya da mezheb ateşinin dışında tutulamayacaktır. ABD ve Siyonist güçlerin istediği de budur.
3- Suud kralı Selman Bin Abdülaziz’in -yaşı bir hayli ilerlemiş olsa da- bölgenin ve Mekke ve Medine’deki kutsal yerlerin bir felaketle karşı karşıya gelmemesi için yetkilerini tekrar eline almasını sağlamak için girişimlerde bulunmak.
4- ABD ve Siyonist İsrail ve bunların güdümündeki karanlık güçlerin karşısında güçlü ve caydırıcı bir blok oluşturarak bu fitne ateşine karşı durmak. Bunun için gerekirse -ki çoktan gerekmektedir- bu saldırgan ülkelerle ilişkileri yeniden gözden geçirmek. Türkiye’nin bunu diğer ülkelere daha rahat yapabilmelidir. Çünkü ABD ve dolayısıyla Siyonist İsrail, Türkiye’yi zayıflatmak ve terör olaylarından başını kaldırmaması için her türlü oyunu sergilemektedirler.
5- Bölgedeki âlimler, kanaat önderleri ve sivil toplum kuruluşları, etnik ve mezhep farklılığına bakılmaksızın mutlaka uyarılmalı ve topyekûn harekete geçirilmesi için ne gerekiyorsa yapılmalıdır. Aksi halde yarın çok geç kalınabilir. Çünkü Bin Selman, Bin Zayed, Dahlan ile ABD ve İsrail’den oluşan bu terör ve emperyal çete, etnik ve mezhep ateşini tutuşturmak için fırsat kollamakta ve her imkânı değerlendirmektedir.

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.