Ali Kaçar’a Demokrasiyi Sorduk….

Ali Kaçar’a Demokrasiyi Sorduk….

Soruşturmalıyız… Zira sordukça anlatılacak çok şey olduğu gibi, sordukça paylaşacak şeyler de ortaya çıkacaktır. Soruşturmalıyız… Yermek, tahkir etmek ve ayyuka çıkarmak için değil, aksine hata ve kusurlarımızı örtmek, birbirimize nasihatte bulunmak ve paylaşmak için, soruşturmalıyız.

Bu ay “Dosya” bölümünde, Demokrasi üzerine söylenmesi gereken hususları, birbirlerini tamamlayan makaleler ile izah etmeye çalıştık. Buna ilaveten Soruşturma Bölümünde, kendisine ve görüşlerine değer verdiğimiz, İslami camianın yakından tanıdığı birçok isme, Demokrasi gündemimizle alakalı sorular yönelttik.

Bu yazarlardan biri de  Ali KAÇAR – Genç Birikim Dergisi Yazarı…

1-   Sizce demokrasi nedir? Bir Müslüman demokrasiyi benimseyebilir mi?

Demokrasinin ülkeden ülkeye, hatta -neredeyse- kişiden kişiye göre değişen birçok tanımı bulunmaktadır. Bu nedenledir ki, demokrasinin 300’den fazla tanımının olduğu söylenmektedir. Yunanca bir kelime olan demokrasi, “halk” kelimesinin karşılığı olan “demos” ile “iktidar, hâkimiyet ve hükümet etmek” anlamlarına gelen “kratos” kelimelerinden meydana gelen bir kelimedir. Demokrasinin en yaygın olarak bilinen tanımı ise “halkın egemenliği, halkın kendi kendisini yönetmesi” şeklindedir. Bu tanıma göre demokrasinin temel iki esası bulunmaktadır.

Bu esaslar;

1.    Egemenliğin halka ait olması,

2.    Bütün yetkilerin kaynağının halkta olmasıdır.

Demokrasi düşüncesinin Avrupa’da gündeme ge(tiri)liş nedeni, kilisenin, din adamlarının ve kralların halk üzerinde, ilahî bir hak olarak din adına kurdukları baskıyla, zorla ve acımasızca devam ettirdikleri dinsel ve otoriter yönetimleridir.

İşte demokrasiyi savunanlar, egemenliğin/hâkimiyetin halkın hakkı olduğu iddiasıyla, var olan bu baskıcı ve dinsel totaliter yönetimlere karşı çıkmakla işe başlamışlardır. Bu anlayış, bugünkü anlamıyla, 1789 Fransız İhtilali’nden sonra Batılı ülkelerde kabul görmeye ve dolayısıyla da yayılmaya başlamıştır. Demokrasinin yayılmasıyla halklar üzerinde kilisenin ve din adamlarının baskısı azalmışsa da, bu defa da halkın üzerinde başka bir gücün; bir avuç sermayedar/kapitalistin baskısı artmaya başlamıştır.

Demokrasinin tanımını bugünkü anlamıyla yapanlardan birisi de, ABD’li siyasetçi ve aynı zamanda devlet başkanlığı da yapmış olanAbraham Lincoln (1809-1865)’dur. Lincoln, demokrasiyi ‘halkın halk tarafından ve halk için yönetimi’ şeklinde tanımlamıştır. Demokrasinin bu şekildeki tanımı genel kabul görmüş ise de, demokrasiyle idare edilen ülkelerin uygulamaları/tarihsel pratikleri, bu ülkelerin, ‘halkın, halk tarafından’ yönetilmediğini çok açık olarak göstermektedir.

İngiliz siyasetçisi Churchill (1874-1965) de demokrasiyle ilgili olarak şu ilginç tespiti yapmıştır; “Demokrasi en iyi yönetim şekli değildir, ama kötü tarafları en az olan bir yönetim şeklidir.” Churchill, kendisine sorulan “Demokrasiyi neden ikinciliğe indirdin?” sorusunu, “Birincisi yok ki”, diye cevaplamıştır.

Eflatun ise demokrasiyi “Şarlatanlar düzenidir” diye tanımlamıştır.

Demokrasinin babası sayılan Jean Jacques Rousseau da benzer bir şey söylüyor: Demokrasiyi uzun uzun anlattıktan sonra; “Emil” adlı kitabında “Doğrusunu söylemek lazımsa” diyor, “İnsanlar kendi kendilerine kanun yapamazlar. Bize kanunlar verecek ilahlar lazım.”
Teokrasiyi de eleştirirken “Toplum Sözleşmesi”nde şöyle bir ifade kullanıyor: “Yalnız, Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in ortaya çıkardığı, ortaya koyduğu teokratik sistem, bu eleştirilere maruz kalmaktan uzaktır. Onun kurduğu sistem, bizim teokrasiye yöneltmiş olduğumuz eleştirilerin birçoğuna muhatap olmaz.”

Ancak, gerek Batılı ülkelerde ve gerekse içinde yaşadığımız ülkede demokratik uygulamalara/pratiklere baktığımızda demokrasinin -herhalde- en gerçekçi tanımı şöyle yapılabilir:

“küçük bir azınlığın -elitist, jakobenist azgın bir azınlığın- çoğunluğu yönettiği bir yönetim şekli.”

Bir Müslüman, böyle bir sistemi yani halkın iradesinin üstünde başka bir iradenin asla kabul edilmediği bir sistemi/demokrasiyi kabul edebilir mi? Elbette, kabul edemez. Kaldı ki demokrasilerde, iddia edildiği gibi, hâkimiyet hakkının halka ait olduğu iddiası da içi boş bir yalandan, bir aldatmacadan ibarettir. Çünkü demokrasi ile yönetilen veya yönetilmeyen hiçbir ülkede, hâkimiyet hakkı, hiçbir zaman ve hiçbir ülkede, halka ait olmamıştır. Her zaman egemenlik/hâkimiyet hakkı, küçücük bir azınlığın; sermayedar/kapitalist, elitist bir grubun elinde olmuştur ve halen de olmaya devam etmektedir.

İbn Haldun Mukaddimesi’nde, hâkimiyeti “kişinin elinin üzerinde veya elinin üstünde; elinden yukarıda bir başka elin olmamasıdır” şeklinde tanımlamaktadır.

Demokrasilerde ise, hâkimiyet hakkı sadece halka ait olduğu iddia edildiğine göre, bundan, halkın iradesinin üzerinde hiçbir şekilde ve hiçbir zaman başka bir otoritenin/gücün kabul edilmeyeceği anlaşılmaktadır.

Yani demokrasilerde halkın iradesi, otoritenin/gücün yegâne kaynağı olduğu gibi, teşriinin de yegâne kaynağı olduğu kabul edilmektedir.

Bu ise, halkın ilahlaştırılması anlamına gelmektedir.

Çünkü hüküm/kanun koyma (Maide, 5/50; Yusuf, 12/40; Kehf, 18/26), teşriinin kaynağı olma (Şura,42/21), hâkimiyet yetkisi sadece ve sadece tek ilah olan Allah’a ait bir yetkidir. Kim bu yetkilerin kendisinde veya bir başka toplulukta bulunduğunu iddia ediyor ise, ilahlık iddiasında bulunuyor demektir.

Dolayısıyla ‘halkın kendi kendini yönetir’, ‘hâkimiyet hakkı halkındır’ ilkesini savunan demokratik anlayış, ilahlık iddiasında bulunan ve dolayısıyla şirk ve küfürden başka bir anlayış değildir (Maide, 5/44, 45 ve 47).

Ben Müslüman’ım diyen bir kimsenin demokrasiyi benimsemesi mümkün değildir. Çünkü tanımından da anlaşılacağı üzere, demokrasi halkın iradesini ilahlaştıran bir din iken, İslam ise, ilahi vahyi esas alan bir dindir.

Yani demokrasi halkın iradesine dayanan insan aklının eseri olan beşeri bir din iken, Müslüman’ın tabi olduğu İslam Dini ise vahye dayanan ilahi bir dindir.

Allah Celle Celaluhu, Müslümanlar için din olarak İslam’ı seçmiş (Maide, 5/3) ve adına da Müslüman ismini vermiştir (Hac, 22/78). Ayrıca Allahu Teâlâ, İslam’dan başka hiçbir dini de kabul etmeyeceğini belirtmiştir (Al-i İmran, 3/85).

Kısacası hüküm –mutlak anlamda sadece- Allah’a aittir; İslam’a göre şekillenmiş ve her türlü değer yargısını İslam’a göre belirlemiş olan bir toplum, bu hükümden başka bir hükmü asla kabul edemez.

İslam’a göre Hâkimiyet de kayıtsız şartsız yalnızca Allah’ındır. Bu, İslam akidesinin bir gereği ve sonucudur. Hüküm koymak Allah’a has bir yetkidir. Başkalarının bu konuda herhangi bir ortaklığı ve yetkisi de yoktur. Hiçbir kimsenin Allah ile birlikte hüküm koyması söz konusu değildir. O hükmüne hiçbir kimseyi asla ortak etmez. Nitekim bir ayette; “Kendi hükmünde hiç kimseyi ortak kılmaz” (Kehf, 18/26) buyurulmaktadır.

Hiç kimse, Allah’a ve Rasulü’ne rağmen hüküm koyamaz. Allah ve Rasulü herhangi bir konuda hüküm vermiş ise, kadın ve erkek hiçbir mü’minin o konuda başka bir şeyi tercih etme hakkı da yoktur (Ahzab, 33/36). İhtilaflarda çözüm için başvurulacak yegâne mercii de, yine Allah ve Rasulü’dür (Nisa, 4/59). Bu ihtilaflarda Rasul’ün verdiği bir hükme, içlerinde herhangi bir sıkıntı duymaksızın ve tam bir teslimiyetle, teslim olunmadığı takdirde, iman etmiş de olunmaz (Nisa, 4/65).

Bir başka ayette –ve benzeri diğer ayetlerde de- Allahu Teâlâ, bütün kapsamı ve boyutlarıyla hâkimiyetin yalnızca kendisinin olduğunu dile getirmektedir. “Hüküm yalnız Allah’ındır. O kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur.” (Yusuf, 12/40)

Ayrıca bir başka ayette de, Allah’ın izin vermediği konularda kanun koymanın şirk ve bu şekilde kanun yapanların bu yetkilerini kabul edip karşı çıkmamanın da onları Allah’a ortak kabul etmek olarak vurgulandığını görmekteyiz. (Şura, 42/21)

Görüldüğü gibi, İslam’da meşruiyetin kaynağı vahiy’dir, demokrasilerde ise beşer/insan aklıdır; yani heva ve hevestir. (Furkan, 25/43)

Demokrasilerde halkın çoğunluğunun kararı esas alınır. Meşruiyetin ölçüsü beşer/insan aklıdır. Helal ve haram koyucu halkın iradesiyle belirlendiği iddia edilen parlamentolardır. Yani parlamentolar, Allah’ın haram kıldığı zinayı, içkiyi, kumarı, faizi helal, Allah’ın helal kıldığı hicabı, nikâhı vb diğer helal olan şeyleri ise yasaklayarak haram kılabilir. Çünkü demokrasilerde tek belirleyici unsur halkın iradesidir.

İslam’da ise meşruiyetin kaynağı ilahi vahiydir. Yani bir şeyin meşru olup olmadığının sınırlarını Allah Celle Celaluhu tespit eder. Ancak O, emir ve hükmü koyabilir, helal ve haramı O, tayin edebilir.

Çünkü Allah’tan başka hiçbir kimsenin hüküm koymak hakkı yoktur. (En’am, 6/57; Yusuf, 12/40, 67; Kasas, 28/70, 88 vs.) Allah’ın hükmünün dışında kalan bütün hükümler cahili hükümlerdir ve bu hükümleri kabul etmek, hüküm koyanları Allah’a şirk koşmak ile aynı anlama gelir. (Maide, 5/50)İşte İslam dini ile demokrasi ya da beşeri diğer bütün dinler arasında temel ve hiçbir zaman giderilemeyecek olan çelişki budur.

İslam nazarında, hâkimiyet hakkının tesbitinde, helal ve haramı tayin etmede, kanun ve şeriat vaz’etmede, demokrasilerde sadece bir iddia olarak kabul edilen çoğunluk kavramının hiçbir anlamı ve önemi yoktur. Bütün insanlık şirk koşsa, ben Müslüman’ım diyen bir kimse, tek başına da kalsa, asla şirki mazur göremez, gösteremez. Çünkü bilir ki, Allahu Teâlâ diğer günahları affetse de, şirki asla affetmeyecektir. (Nisa, 4/48, 116)

Dolayısıyla İslam Dini ile demokrasi dininin uzlaşması, barışık bir şekilde bir arada yaşaması asla mümkün değildir. Çünkü demokrasi ayrı bir din, İslam da ayrı bir dindir. “Sizin dininiz size, benim dinim de bana” (Kafirun, 109/6) ayeti, şirkle uzlaşmayı, onunla bir arada yaşamayı kesinlikle yasaklamıştır.

Tevhid ve şirkin ayrı birer din olduğunu belirten şehid Seyyid Kutub bu ayetle ilgili olarak şu önemli tesbiti yapmaktadır; “Hiç şüphesiz cahiliye cahiliyedir, İslam da İslam. Aralarında derin farklar vardır. Tek çare bütünüyle cahiliyeden sıyrılmak ve yine bütünüyle İslam’a girmektir. Tek yol, içindeki bütün özellikleri ile cahiliyyeden ayrılmak ve bütün özellikleri ile İslam’a göç etmektir… Düşüncede, sistemde ve uygulamada tamamen ayrı. Bu ortak noktalarda buluşmaya asla müsaade etmeyen bir ayrılıktır. Yardımlaşmayı imkânsız kılan bir farklılıktır. Ne zaman cahiliyye taraftarları bütünü ile cahiliyyeden İslam’a geçerlerse o zaman sona erer. Yama yapmak yok. Orta yolda çözüm arama yok. Yolun ortasında buluşma yok. Cahiliye istediği kadar İslam kılığına bürünsün. İstediği kadar İslam’ın adını kullansın.”

2-   Demokratik sistemde tevhidî bir yaşam mümkün olabilir mi? Neden?

Sadece demokratik sistemlerde değil, diğer bütün beşeri sistemlerde de, -Kapitalizm, Faşizm ve Komünizm vb- bir Müslüman’ın Müslüman’ca yaşaması mümkün değildir. Çünkü beşeri sistemler, ilahi vahyi dışlayarak/yok sayarak, hatta düşman olarak değerlendirerek seküler, din dışı bir anlayışla toplumu yönetmektedirler. Bir Müslüman ise, ancak, ilahi vahiye göre yönetilen bir toplumda, Müslüman’ca yaşayabilir. Bu nedenledir ki, bir Müslüman’ın en temel görevi, ilahi vahyin egemen olduğu bir toplumu oluşturmaya çalışmasıdır. Bu amaçla, ma’rufu emretmek ve münkerle mücadele etmek için olanca gücüyle gayret sarf eder. (Al-i İmran, 3/104, 110; Enfal, 8/39) Çünkü Peygamber Aleyhi’s-Salatu ve’s-Selam’ın buyurduğu gibi, ‘iyiliği/ma’rufu emretmenin ve kötülüğü/münkeri yasaklamanın dışında kalan her şeyin aleyhinde olduğunu bilir. Münkerin, zulmün, şirkin egemen olduğu bir ortamda adalet olmaz; adaletin olmadığı yerde ise, İslam olmaz. Bu nedenle her Müslüman, vahyin egemen olduğu adalet toplumunu oluşturmakla mükelleftir.

Dolayısıyla hiçbir Müslüman, gücüm yetmiyor, ben mustazafım (zayıf bırakılmış, zaafa düşürülmüş) diyerek içinde yaşamak zorunda bırakıldığı zulme, münkere dayalı şirk toplumunu kabullenemez. Müslüman tek başına da kalsa, içinde yaşadığı şirk sistemine karşı mücadele etmeyi vazgeçilmez bir görev olarak bilmelidir. Çünkü ben Müslüman’ım diyen bir kimse, böyle bir sistem içerisinde Müslüman’ca yaşamanın mümkün olmadığını bilir. Eğer Müslüman, bütün gücünü kullanmasına rağmen toplumu dönüştüremiyorsa, onun yapacağı şey, var olan şirk sistemini kabullenmek değil oradan inancını daha rahat yaşayabileceği bir başka yere hicret etmektir. (Nisa, 4/97-100) Bu konuda bizler için en iyi örnek ise Peygamberlerin verdikleri mücadelelerdir. (Ahzab, 33/21; Mümtehine, 60/4) Konuyla ilgili sadece Hz. İbrahim Aleyhi’s-Selam’ın örnekliği bile, ders çıkarılması için bizlere yeterli bir örnektir. Nitekim “İbrahim’de ve O’nunla beraber bulunanlarda sizin için güzel bir misal var. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: Biz sizden ve sizin Allah’tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah’a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve nefret belirmiştir…” (Mümtehine, 60/4)

3-   Demokrasi ve Cumhuriyet’e inanmayan Müslümanların “Radikal” olarak nitelendirilmesini neye bağlıyorsunuz?

Batılı ya da yerli kâfirlerin bize verdikleri isim çok da önemli değildir. Bizim için önemli olan Allah’ın bize verdiği isimdir, o da, ‘Müslüman’ ismidir. (Hac, 22/78) Bizlerin yaptığı yanlış ise, kâfirlerin bize verdikleri bu isimleri zaman zaman kendimiz ya da diğer Müslümanlar için kullanmaktır. Oysa ‘Müslüman’ ismi, bizi tanımlamak için yeterli bir isimdir. Halbuki, ‘Müslüman’ ismimizin önüne ya da arkasına, bir takım ekler ilave edersek, sanki bunda, ‘Müslüman’ ismi bizleri yeterince tanımlamıyormuş anlamı çıkmış olacaktır. Bu ise, Allah’ın bize verdiği ‘Müslüman’ ismini beğenmemek ya da yeterli görmemek anlamına gelecektir. Oysaki, ‘Müslüman’ ismi, ilk insan, ilk peygamber Hz. Âdem Aleyhi’s-Selam’dan bu yana gönderilen her peygambere verilen bir isimdir. Nitekim “İbrahim ne Yahudi idi, ne de Hıristiyan. O ancak bir Müslüman’dı.” (Al-i İmran, 3/67; ayrıca diğer peygamberler için bkz; Bakara, 2/133; Yunus, 10/90; Al-i İmran, 3/52; En’am, 6/163) Bu ayetlerden de anlaşılacağı üzere bu isim, ilk insandan kıyamete kadar gelecek bütün insanları kapsayan ve kuşatan bir isimdir. Kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadığını (En’am, 6/38) belirten Rabbimiz, elbette ki, bizim için yeterli olan, hatta başka bir isme ihtiyaç duyulmayacak kadar yeterli olan bu ismi bizim için uygun görmüştür.

Kâfirlerin bizlere değişik isimler (radikal, ılımlı, fundamentalist/köktenci, demokratik, liberal vb) takmalarının elbette kendilerine göre birtakım nedenleri/amaçları vardır. Herhalde en önemli nedeni, bizleri kendi kavramlarımızdan yani İslamî kavramlardan, dolayısıyla da Kur’an’dan ve Sünnet’ten uzaklaştırmaktır. Kur’an’dan ve Sünnet’ten uzaklaşmış toplumları ise idare etmek, yönetmek ve yönlendirmek çok kolay olacaktır. Nitekim Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra dönemin –ve halen günümüz- emperyal devletlerin yaptıkları tek şey, Müslümanları Kur’an ve Sünnet’i uzaklaştırarak birliktelikten doğan güçlerini parçalamak olmuştur. Ne yazık ki, bunda da başarılı olmuşlardır. Aksi halde, eksiğiyle fazlasıyla İslam’ın egemen olduğu bu topraklar üzerinde onlarca sun’i/yapmacık devletçikler kurulabilir miydi? Müslümanlar, bu tür Siyonist ve emperyal oyunlara karşı mutlaka uyanık olmalıdırlar. Müslümanlar, ümmet şuuruyla hareket etmek ve ben Müslüman’ım diyen ve gereğini yerine getiren her Müslüman’ı, diline, ırkına, rengine ve yaşadığı topraklara bakmadan kardeş bilmek zorundadırlar. (Hucurat, 49/10)

4-   Batılı kâfirler, neden demokrat Müslüman olmamızı istiyor ve bunun için yoğun çaba harcıyorlar?

Batılı emperyal devletlerin diğer ülkelere demokrasi dayatmalarının nedeni gerçekten halkın özgür, hiçbir baskı altında kalmaksızın kendi iradeleriyle yönetenlerini seçmesi –asla- değildir. Eğer böyle olsaydı, Cezayir’de 26 Aralık 1991’de gerçekleştirilen genel seçimlerin birinci turunda oyların resmî kaynaklara göre %55’ini, İslamî Selamet Cephesi (FIS) kaynaklarına göre ise %80’ini alan İslamî Selâmet Cephesi’ne karşı, Batılıların desteğinde Cezayir’ın kukla ordusu, 16 Ocak 1992 tarihinde yani seçimlerin ikinci turunun yapılacağı tarihe beş gün kala gerçekleştirdiği darbe ile yönetime el koymazdı. Bu destekle de yetinmeyen Batılı emperyal devletlerden 12 AT (Avrupa Topluluğu) ülkesi, Lizbon’da toplanarak askeri darbenin ‘anayasal’ olduğunu kabul etmişler ve insan haysiyetini ve özgürlüğünü hiçe sayan askeri cuntaya 484 milyon dolar kredi açmışlardır. Daha dün denebilecek kadar kısa bir süre önce 25 Ocak 2006’da Filistin’de yapılan seçimlerde Hamas %55 oy alarak 132 sandalyeli meclise 76 milletvekili ile geldiği halde, başta işgalci Siyonist İsrail olmak üzere demokrasiyi diğer ülkelere dayatan Batılı ülkeler, Hamas’ın bu galibiyetini kabul etmemişlerdir.

Ya son aylarda Ortadoğu halklarının ayağa kalkmasına neden olan diktatörlükler de Batılı emperyal işgalci devletlerin eseri değil midir? Halklara rağmen, insan hak ve özgürlüklerini hiçe sayan diktatörlükleri yönetimde tutan bu işgalci, sömürücü demokrat Batılı devletler değil midir? Batılı sömürgeci devletler, geri bıraktırdıkları bu ülkelere demokrasiyi dayatmalarının tek nedeni, seçimleri istedikleri şekilde yönlendirerek destekledikleri, kendi menfaatlerini devam ettirecek işbirlikçi yöneticilerin işbaşına getirilmesidir. Şimdiye kadar baskıyla, dayatmayla işbaşında tuttukları bu diktatörlükler kanalıyla sömürülerini devam ettirmişlerdir. Bundan sonra ise, kendilerinin parayla, şantajla, tehditle satın aldıkları işbirlikçi yöneticileri, çeşitli hile ve desiselerle yönlendirdikleri sözde seçimler sonucunda işbaşına getirerek, kendi sömürülerini devam ettirme istekleri vardır.

5-   Liberal Demokratlar, Devrimci Demokratlar, Muhafazakâr Demokratlardan sonra, şimdi de İslamcı Demokratlar ortaya çıkmıştır. Bu kadar farklı düşünce yapılarının hepsinin demokrat olma hevesi sizce nasıl izah edilebilir?

Bir Müslüman, İslamcı demokrat olamayacağı gibi, demokratik Müslüman da, layt, ılımlı, liberal, sosyalist ve faşist Müslüman da olamaz. Çünkü bu isimlerle İslam’ın yan yana gelmesi, uzlaşması, bir arada bulunmayı kabullenmesi mümkün değildir. Dolayısıyla ben Müslüman’ım diyen bir kimsenin de demokrat olması ya da demokratik bir sistemi kabul etmesi de söz konusu olamaz. Çünkü İslam vahyin, demokrasi ise seküler, din dışı bir anlayışın şekillendirdiği bir toplumu öngörür. İslam, kanun/hüküm koyucu olarak Allah’ı görür iken, demokrasiler ise beşer aklının egemen olduğu parlamentoları görür. İslam, helal ve haramın ölçüsü olarak vahyi esas alır, demokrasiler ise beşer aklını esas alır. O halde neden kendilerine İslam’ı nisbet eden kimi Müslümanlar, Müslüman isimlerinin önüne ‘demokrat, liberal ve ılımlı’ gibi bir takım ekler ilave etmektedirler? Bunlar, ya Allah’ın kendileri için uygun gördüğü ‘Müslüman’ ismini yeterli görmüyorlar. Ya da bu tavırları, içerideki azgın azınlık karşısında bir kompleksten, bir kafa karışıklığından kaynaklanmaktadır. Gerçi bu anlayış, geri kalmış, sivil ve askeri bürokratik oligarşinin egemen olduğu ülkelerde, başta korku olmak üzere dünyevi endişelerden kaynaklanmaktadır.

Türkiye’de 28 Şubat sürecine kadar demokrasiyi şirk, Batıyı da haçlı, Hıristiyan kulübü olarak görenlerin, 28 Şubat postmodern darbesinin oluşturduğu baskı ve korku ortamı nedeniyle dünün demokrasi ve Batı düşmanları bu söylediklerinden rücu ederek tam anlamıyla demokrat ve Batıcı kesilmişlerdir. İşin ilginç yanı, bu nev zuhur demokrat layt Müslümanların, kendileri gibi değişmeyen diğer Müslümanlara ‘hâlâ orada mısınız, bizler içinde yaşadığımız çağa uygun olarak değiştik, ayak uydurduk’ diyerek, bu hallerine, abuk sabuk tevillerle İslamî referanslar getirmeleridir. Bunların değişmesinde korkunun yanında dünya sevgisi, dünyaya çakılıp kalma umudu da etkili olmaktadır. Hz. Peygamber Efendimiz Aleyhi’s-Salatu ve’s-Selam –hâşâ- boşuna “Dünya malı tatlıdır, çekicidir” (Buhârî, Cihad 37; Tirmizî, Fiten 26) buyurmamıştır. Ne yazık ki, savrulan/değişen bu Müslümanların üzerinde, dünya sevgisinin; mal, mülk, makam, mevkii ve kadın hırsının etkisi küçümsenmeyecek kadar etkili olmaktadır. Bu tür savrulanlar ilk değildir, üzülerek belirtelim ki son da olmayacaktır. Oysa Peygamberlerin tevhidi mücadelesini esas alan Müslümanlar, bu tür savrulmalara kapılmazlar. Çünkü önlerinde, kendilerinin örnek aldıkları Peygamberler bulunmaktadır.

İslam’ın egemen olmadığı sistemlerde yaşayan Müslümanların, tevhidi tebliğin önderlerinin bu örnekliklerini dikkate almadan, konjonktürel ya da içtihadi bir takım yöntemler belirlemeleri, bu tür savrulmaları çoğaltmaktadır. Bu nedenle, mücadele şeklimizi, peygamberlerin örnekliğinden yola çıkarak yeniden dizayn etmek ve konumumuzu da buna göre yeniden tanzim etmek durumundayız.Çünkü son peygamber Hz. Muhammed Aleyhi’s-Salatu ve’s-Selam’ın tevhid mücadelesinde izlediği yol ve yöntem, tercihimize bırakılmış, uysak da olur uymasak da olur türünden bir yöntem değildir; aksine mutlaka uymamız gereken bir yöntemdir. Dolayısıyla İslam dışı şirk esasına dayalı sistemlerle, Müslümanların ilişkilerini, bu yöntem yani ‘Peygamberi/Nebevi Metod’ çerçevesinde yeniden gözden geçirmeleri gerektiği kanaatindeyiz.

Köklü Değişim Dergisi

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.