ADANA’DA MISIRLA İLGİLİ YAPILAN EYLEM KONUŞMASI 20.08.2013

Allah’ın rahmeti, bereketi ve merhameti sizlerin ve çeşitli coğrafyalarda bütün yokluk ve yoksulluğa rağmen emperyal küfre, şirke ve tuğyana karşı mücadele eden bütün Müslümanların üzerine olsun, İnşaallah!
Adana’da, birlikte, uyum içerisinde böyle bir eylemi düzenlemiş olduğunuzdan dolayı Rabbim sizlerden razı olsun, ibadetlerinizi kabul etsin İnşaallah. Bütün Müslümanları ilgilendiren yürek burkan bu tür katliamların karşısında Müslümanların birlik, bütünlük içerisinde ve ümmet bilinciyle hareket etmeleri gerekmektedir. Çünkü diri diri yakılarak katledilen, tecavüze uğrayan Müslümanlar ben Müslüman’ım diyen herkesin kardeşidir. Nitekim Peygamberimiz (as) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyor; “İman etmedikçe cennete gidemezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız.” Demek ki, Mısır’da, Suriye’de veya dünyanın herhangi bir köşesinde, rengi, dili, ırkı ne olursa olsun ben Müslüman’ım diyen bir kimse, diğer yerlerde bulunan her Müslüman’ın kardeşidir. Bu, tercihe bırakılan bir şey değildir, tersine akidevi bir sorumluluktur, imani bir gerekliliktir. Aksine davrananların yani renginden, dilinden ve ırkından dolayı bir Müslüman’ı küçük gören ya da onu kardeş kabul etmeyen bir Müslüman’ın, Müslümanlığı tartışmalı hale gelir. Çünkü “renkler ve diller Allah’ın ayetlerindendir” (Rum, 39/22)
Değerli kardeşlerim, kıymetli bacılarım!
17 Aralık 2010’da Tunus’ta Muhammed Buazizi’nin kendisini yakmasıyla başlayan eylemler, domino etkisiyle Mısır, Libya, Yemen, Bahreyn, Ürdün, Suriye ve hatta sadece Ortadoğu ülkelerini değil bütünüyle dünyayı etkileyecek şekilde devam etmiştir ve halen de etmektedir. Bu eylemler neticesinde Tunus, Mısır ve Libya’da diktatörlükler devrilirken, Suriye’de ise 15 Mart 2011’de başlayan eylemler, hem doğulu ve batılı emperyal ve Siyonist güçler, hem de düne kadar başarıları ile övündüğümüz, bize şevk ve umut veren İran ve Hizbullah’ın yardım ve desteğiyle Nusayri diktatörlüğü kanla, katliamla devam etmektedir. Yanı başımızda bizden olan, bizim bir parçamız olan bu insanlar; kadın, çocuk ve yaşlı demeden adeta bir soykırıma tabi tutulmaktadır.
Suriye, bizim neyimize, Mısır bizim neyimize, Filistin bizim neyimize diyenler, aslında insanlıktan nasibi kalmamış, vicdanları dumura uğramış kimselerdir. Velev ki, bu insanlar Müslüman bile olmasalar; Sırp, Rum vb değişik ırk ve dinlere mensup da olsalar zulme uğrayan, hele bu şekilde, insanlık dışı yöntemlerle katledilen her dinden olan insanların acılarını azaltmak, insan olmanın bir gereğidir.
Oysa bugün, Mısır’da, Filistin’de, Arakan’da, Afganistan’da, Suriye’de sadece Müslümanlar katledilmiyor, aslında bir insanlık katlediliyor. Azıcık vicdanı olan, ben de insanım diyen bir kimse, bu şekilde ve uygar denilen dünyanın gözleri önünde vahşice devam eden katliamlara bana ne, bana değmeyen yılan bin yaşasın diyemez. Hele hele ben Müslüman’ım diyen bir kimse hiçbir zaman diyemez.
Kıymetli kardeşlerim,
Mısır’da, Tunus’ta diktatörlüğün devrilmesine yol açan eylemlerin başlamasından tam bir ay sonra, 17 Ocak 2011’de 50 yaşında işsiz bir işletmecinin kendisini yakması ile eylemler başlamıştır. Bir milyonluk gösteriler, Mübarek’in polisi ile baltacılarıyla önlenemeyince Mübarek, hükümette bir değişikliğe giderek Başkan yardımcısı olarak Ömer Süleyman’ı, İçişleri Bakanı olarak General Muhammed Vagdi’yi, Başbakan olarak da Ahmed Şefik’i atamıştır. Bu değişikliklere ve verilen vaadlere rağmen 11 Şubat tarihinde Mübarek, “artan baskılara” dayanamayıp görevini bırakmak zorunda kalmıştır.
Mübarek, 11 Şubat günü hukuki olmamasına rağmen görevini yeni oluşturulan Silahlı Kuvvetler Yüksek Konseyi’ne devretmiştir. Mübarek yönetiminin Mübarek’siz devamı demek olan bu Konsey’in üyelerinin tamamı Mübarek döneminde ülke yönetimde önemli görevler alan ve ülkeyi yöneten insanlardı. Yani Mübarek gitmiş, ama rejim olduğu gibi devam etmekteydi. Çünkü bu Konsey’in başına getirilen 75 yaşındaki Mareşal Muhammed Hüseyin Tantavi Mübarek döneminin (1989’da Genelkurmay Başkanı, 1991’den beri) 22 yıllık Savunma Bakanı’dır. Konsey’in üyelerinden istihbaratçı Ömer Süleyman Devlet Başkan Yardımcısı idi. Konseyin bir diğer üyesi olan ve daha önceleri Hava Kuvvetleri Komutanlığı ve ardından da 2002’den itibaren Sivil Havacılık Bakanlığı görevini yerine getiren Korgeneral Ahmet Şefik de son hükümetin Başbakanı idi. Konseyin bir diğer üyesi olan Genelkurmay Başkanı Sami Anan’ın da Mübarek döneminde de aynı görevi yerine getirdiği görülmektedir. Diğer üyeler ise Deniz Kuvvetleri Komutanı Koramiral Mohab Memiş, Hava Kuvvetleri Komutanı Korgenral Mahmud Hafız Muhammed ve Savunma Hava Komutanı Korgeneral Abdülaziz Seif-Eldeein’dir. Dolayısıyla Mübarek’ten yönetimi devralan Yüksek Askeri Konsey, ülkenin bu hale gelmesinden birinci derecede sorumlu olan ve Mübarek rejiminin ayakta kalmasına sağlayan kişilerden oluşması, Mübarek’in dışında yönetimin değişmediğini göstermektedir.
19 Mart 2011’de geçici anayasa referandumu yapılmıştır. Halkın %77’si parlamento seçimlerinin yapılması ve yeni bir anayasanın yazılması için bu geçici anayasaya evet oyu kullanmıştır. Daha sonra Halk Meclisi, Cumhurbaşkanlığı seçimi ve ardından da anayasa referandumu için çalışmalara başlanmıştır. Ancak Askeri Konsey verdiği bu karara uymamış, kendi vesayetini devam ettirmek için Mübarek döneminde kalma ilkel ve çağdışı yöntemleri deneyerek hem askeri harcamalarını parlamentoda tartışılmaz hale getirmeye hem de sivil iktidarlar üzerinde vesayetini devam ettirecek yeni düzenlemeler yapmaya çalışmıştır. Bu düzenlemelere başta Müslüman Kardeşler olmak üzere çeşitli kesimler sert tepkiler göstermek suretiyle Tahrir meydanını doldurmuşlar ve Konsey geri adım atıncaya kadar da bu eylemlerini devam ettirmişlerdir.
Mısır’da parlamento seçimleri iki tur şeklinde, ilk turu 28 Kasım 2011 ve 11 Ocak 2012 tarihinde gerçekleştirilmiştir. Bu seçimlerde Halk Meclisi üyeleri seçilmiştir. İkinci turu ise, 29 Ocak – 11 Mart 2012 tarihleri arasında Şura Meclisi üyeleri belirlenmiştir. Böylece Mısır’da halk, ilk kez kendi özgür iradesiyle parlamento seçimlerine katılmıştır. Bu seçimlerin sonucunda Müslüman Kardeşler oyların %47’sini, Selefilerin partisi Nur Partisi ise %24 oranında oy almıştır. İslami kesimin aldığı oy oranı %70’i geçmiş olması sadece içerideki azgın azınlığı korkutmamış, aynı zamanda Siyonist ve emperyal dış güçleri de korkutmuştur. Dış güçlerin yönlendirmesi ile çok geçmeden 2012’nin Haziran ayında Anayasa Mahkemesi tarafından, parlamentonun üçte birini oluşturan bağımsız adayların seçilme şeklini – eşitlik ilkesine uymadığı gerekçesiyle- anayasaya aykırı bulunarak parlamento, vekilliklerin önemli bir kısmının düşmesi sebebiyle feshedilmiştir.
MURSİ’NİN SEÇİLMESİ
Parlamento seçimlerinden sonra sıra Cumhurbaşkanlığı seçimlerine gelmişti. Cumhurbaşkanlığı adaylığı için toplam 23 aday başvurmuş, bu adaylardan 10’u Askeri Konsey tarafından veto edilerek seçim dışı bırakılmıştır. Veto edilen bu adaylar arasında Müslüman Kardeşler’in adayı Hayrat el-Şatır, Selefi hareketin adayı Hazım Salah Ebu İsmail de bulunmakta idi. Müslüman Kardeşler Hayrat el-Şatır’ın adaylığının reddedilme ihtimalini bildiklerinden dolayı önceden tedbir alarak, Hürriyet ve Adalet Partisi başkanı Muhammed Mursi’yi de yedek aday olarak göstermişti. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turu 23-24 Mayıs 2012’de yapılmıştır. Seçimde, Mübarek’in Ocak-Mart 2011 ayları arasında son başbakanı Ahmet Şefik de girmiş ve ilk turda (Oy sayısı: 5.014.000) %23 civarında oy alarak ikinci tura katılmaya hak kazanmıştır. Müslüman Kardeşler’in adayı Muhammed Mursi ise (Oy sayısı: 5.452.180) %25 oranında oy alarak birinci seçilmiştir. Bu ilk tur seçimde hiçbir aday %50+1 oy alamadığı için ikinci tur seçimler yapılma zorunluluğu doğmuştur. İkinci tur seçimler ise 16-17 Haziran 2012’de yapılması kararlaştırılmıştır.
16-17 Haziran 2012’de yapılan ikinci tur Cumhurbaşkanlığı seçimlerine Mübarek yandaşı olarak bilinen Ahmed Şefik ile Müslüman Kardeşler adayı Muhammed Mursi katılmıştır. Yapılan seçimlerin sonucunda Muhammed Mursi seçimleri kazanmış ve 30 Haziran 2012 tarihinde yemin ederek görevine başlamıştır. Mursi böylece Mısır’ın ilk sivil cumhurbaşkanı olarak tarihe geçmiştir. Seçimlerde, Ahmed Şefik 12 milyon 347 bin 380 oy alırken, Muhammed Mursi 13 milyon 230 bin 131 oy almış ve rakibine bir milyona yakın fark atarak seçimleri kazanan aday olmuştur. Yüksek Seçim Kurulu tarafından ilan edilen resmi sonuçlara göre Şefik oyların yüzde 48.27’sini alırken, Mursi 51.73’lük oy oranıyla seçimleri kazanan aday olmuştur.
Muhammed Mursi’nin aldığı bu oy oranına rağmen, Cumhurbaşkanlığı seçimleri ikinci turunda oy verme işleminin bitiminden hemen sonra 17 Haziran 2012 tarihinde Yüksek Askeri Konsey tarafından yayınlanan Anayasa Beyannamesiyle yeni Cumhurbaşkanının yetkileri sınırlanmıştır. Yüksek Askeri Konsey, Mursi’nin başkomutanlık sıfatını elinden almış, askeri atamalar yapmasını engellemiş ve parlamentonun feshedilmesinin ardından Cumhurbaşkanı’na geçmesi gereken yasama yetkisini de kendi üzerine almıştır. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin başlamasından iki gün önce ise Mısır Halk Meclisi, Anayasa Mahkemesi tarafından lağvedilmiştir.
Muhammed Mursi, böylesine sıkıntılı bir dönemde Cumhurbaşkanlığı görevini devralmıştır. Ancak, hem Askeri Konsey’in hem de dış emperyal ve ırkçı Siyonist güçlerin Truva atı azgın azınlığın bütün engellemelerine ve çıkardıkları zorluklara rağmen, Mursi, Cumhurbaşkanı seçilir seçilmez yönetimin sivilleşmesi için çok ciddi adımlar atmıştır. Bu adımların ilkini, Anayasa Mahkemesi tarafından 16 Haziran 2012’de feshedilen Mısır Halk Meclisi’nin fesih kararını göreve geldikten 8 gün sonra iptal etmekle atmıştır. Ancak Askeri Konsey ve Anayasa Mahkemesi’nin aşırı tepkisi ile karşılaşınca ortamı daha fazla germemek için aldığı karardan vazgeçmek zorunda kalmıştır. Oysa bu, Cumhurbaşkanı Mursi tarafından hayati önemi haiz bir konu idi. Çünkü Askeri Konsey, Parlamento feshederek yasama yetkisini de üzerine almakla adeta Mursi’nin elini kolunu bağlamıştır. Şayet Mursi, bu fesih yetkisini iptal edebilmiş olsaydı, yasama yetkisini kendi üzerine almış olacaktı.
SİVİLLEŞME ADIMLARI VE MURSİ
Muhammed Mursi, göreve geldikten sonra attığı ikinci önemli adım ise, Askeri Konseye yönelik olmuştur. Mısır’da bu çerçevede askeri vesayeti geriletme yönünde en cesur adımı Muhammed Mursi atmıştır. Çünkü Mursi göreve geldikten bir ay 12 gün gibi kısa bir süre sonra, yani 12 Ağustos 2012 tarihinde askerleri siyaset dışına itecek en cesur adımı atmıştı. Bu adım, dünya kamuoyunda da hayret ve şaşkınlığa neden olmuştu. Basına yansıyan haberlere göre bu ve diğer bazı komutanların görevden alınma şekli şöyle gerçekleşmiştir. Mursi, Temmuz ortasında Askeri İstihbarat Başkanı’ndan aldığı bilgiye göre Yüksek Askeri Konsey’in kendisine karşı darbe hazırlığında olduğunu öğrenmişti. Üstelik darbenin iki gün sonra gerçekleşeceği kendisine bildirilmişti. Muhammed Mursi hiç vakit kaybetmeden Tantavi ile Anan’ı saraya davet ederek ayrı ayrı odalarda darbe ile ilgili ses kayıtlarını dinlettikten sonra onları ya hemen istifa etmelerini ya da yargılanacaklarını söylemiştir. Mursi, sadece bu iki komutanın istifa etmesiyle yetinmemiş, aynı zamanda –istifalarından önce- bir problem haline gelen Askeri Konsey’in lağvedilmesini, hem de istemediği, darbeci komutanlarla Mübarek artıkları bazı askerlerin emekliye sevk edilmesini –Tantavi ve Anan’ın imzalarıyla- sağlamıştır. Böylece Mursi bu kararla, 1952 yılında Hür Subaylar tarafından gerçekleştirilen darbe ile işbaşına gelen 60 yıllık askeri yönetime de son vermiştir. Mursi, ülkenin sivilleşmesi adına attığı bu adımla birlikte bir başka adım daha atmıştır. O da, seçimlerin ikinci turunun hemen akabinde Yüksek Askeri Konsey tarafından geçici anayasaya eklenen Cumhurbaşkanının yetkilerini kısıtlayan Ek Anayasa’yı da iptal etmiş ve Cumhurbaşkanının yetkilerini tamamen eline almıştır.
Üçüncü önemli adım ise 25 Ocak 2011 ile kendisinin göreve geldiği 30 Haziran 2012 tarihine kadar gerçekleştirilen tutuklamalarla ilgili olarak atmıştır. Bu süreçte tutuklanan ve askeri mahkemelerde yargılananların durumunu araştırmak üzere bir de komisyon kurulmasını emretmiştir. Komisyon, bu sure içerisinde 11874 kişinin tutuklandığı ve askeri mahkemelerde yargılandığını belirlemiştir. Komisyonun çalışmaları sonucunda söz konusu mahkûmlardan 9174’ünün af kapsamına girdiği anlaşılmıştır.
Dördüncü önemli adım da, yargı alanında atmak istemiştir. Ancak zamanı yetmemiştir. Mursi, 12 Ekim 2012 tarihinde Başsavcı Abdülmecid Mahmud’un görevinden alındığını ve Vatikan’a büyükelçi olarak atandığını açıklamıştır. Haberin duyulmasından kısa bir süre sonra özellikle de Mübarek taraftarı yargı mensuplarını içinde barındıran, Yargıçlar Kulübü’nden ve diğer bazı muhalif hareketlerden karara sert tepki gelmiştir. Başsavcı Abdulmecid Mahmud ise yaptığı açıklamada, Mısır kanunlarının, kendisinin yürütme organlarının kararıyla görevinden alınmasını engellediğini, Cumhurbaşkanı’nın kendisini görevinden alma yetkisinin bulunmadığını ve haliyle işini yapmaya devam edeceğini açıklamıştır. Mursi, bu konuda da gerginlik çıkmaması içir geri adım atmak zorunda kalmıştır.
DARBE SÜRECİNİN OLGUNLAŞTIRILMASI
Muhammed Hüseyin Tantavi’nin başkanlığındaki Yüksek Askeri Konsey, askeri vesayeti, sadece Konsey’in yetkili olduğu dönemde değil, Mursi’nin Cumhurbaşkanlığı seçildiği 30 Haziran 2012’den sonra da devam ettirmeye çalışmıştır. Bu nedenle Mursi’nin halk yararına attığı her adım, Konsey ve Konsey’le birlikte hareket eden laik, seküler ve Batı yanlısı azgın azınlığın muhalefeti ile engellenmekte idi.
Mısır’da ordu, ekonominin %40’ını kontrol etmekte idi. Bu durum, anayasal bir hak olarak uzun zamandan beri devam etmekte idi. Ordunun yönetiminde olan alanlar vergilerden ve sivil denetimden de muaf bırakılmıştır. 1992’den sonra Hüsnü Mübarek, IMF ve Dünya Bankası öncülüğünde keskin bir özelleştirme harekâtına başlamış, ancak bu neoliberal rüzgârdan askeri işletmeler muaf tutulmuştur. Ordu halen gayrimenkul satın alma ve kiralama, temizlik hizmetleri, kafeteryalar, benzin istasyonları, tarım ve hayvancılık, gıda ürünleri, oteller, yazlık evler, turistik tesisler hatta domates konservesi, plastik masa üretimi ve düğün salonu sahipliğine kadar her alanda faaliyetine kesintisiz devam etmektedir.
Mursi yönetiminin son günlerinde hayatı felce uğratan benzin kuyrukları ile elektrik kesintilerinin arkasında darbeci ordu bulunmaktaydı. Hükümet yetkilileri, talebin üzerinde akaryakıtı piyasaya sunduklarını, ancak bazı petrol şirketlerinin kasıtlı bir şekilde kriz oluşturduklarını öne sürüyordu. Ordunun binlerce petrol istasyonu bulunuyor. Nitekim darbeden bir gün önce devam eden benzin sıkıntısı, darbeden sonraki gün bıçakla kesilircesine bu sıkıntılar bitmişti. Yine Mursi döneminde sokaktan çekilerek gerek güvenlik ve gerekse büyük şehirlerin trafiğinin arap saçına dönmesine neden polis de, darbeden sonra geri dönmüştür. New York Times, “Mısır’daki bu ani iyileşmeler, Mursi iktidarının altını oymak için bir kampanyayı akla getiriyor” yorumunu yapmıştır.
Mısır Basını ve muhalifler tarafından yoğun olarak Mursi’nin ülkeyi İhvanlaştırdığı gündeme getirilmeye başlanmıştır. Oysa Mursi, göreve geldiği ilk günden itibaren diğer partilere ve muhaliflere görev teklif etmiştir. Eğer bugün Tahrir darbesinin tetikçisine dönüşen liberal isimler Mursi tarafından önerilen pozisyonları kabul etselerdi, zaten %35’i geçmeyen İhvan’dan isimlerin oranı çok daha azalacaktı. Benzer şekilde, 22 farklı Mısırlı partiden 100 kişilik anayasa komisyonunun sadece 32 üyesi İhvan’dan olmasına rağmen benzer isimler Mursi’yi ‘Firavun’ ilan ederek ‘karar alamaz ve yönetemez’ bir hale getirmek için ellerinden geleni yaptılar. Hiçbir seçimde katılımın %50’nin üstüne çok fazla çıkmadığı Mısır’da, referandum sonuçları bu sefer de katılım yüzdeleriyle mahkûm edilmeye çalışıldı.
Mursi’ye karşı yöneltilen İhvanlaştırma suçlamaları da tamamen asılsızdır. Parlamento’da %45 oranında temsil edilen ÖAP’nin önemli mevkilerdeki temsili çok aşağılardadır. 27 valilikten Mursi zamanında atanılan 17 valinin sadece 5’i ÖAP’lidir. Başbakan ÖAP’li olmadığı gibi, kabinedeki 37 bakandan sadece 11’i, 22 kişiden oluşan cumhurbaşkanlığı ekibinin sadece 7’si ÖAP mensubudur. 39 üyeden oluşan Yüksek Basın Konseyi’nin sadece 4 üyesi, 27 üyelik İnsan Hakları Konseyi’nin de sadece 4 üyesi İhvan’ın partisi ÖAP’dendir.
Mursi, Hamdin Sabbahi gibi şu an Mursi’yi Mısır’ı İhvanlaştırmakla suçlayan birçok muhalif lidere, kabinede veya cumhurbaşkanlığı ekibinde önemli pozisyonlar teklif etmiştir.
Öyle yalan haberler yayılmaktaydı ki, normal sıradan vatandaşlar buna inanıyorlardı. Benzin sıkıntısının nedeni olarak Gazze gösterilmekteydi. Yani Mursi, olan benzini Gazze’ye gönderdiği için, benzin konusunda sıkıntı çekilmekte idi. Mısır’ın İhvan tarafından satıldığı yalan haberleri yazılı ve görsel medya tarafından çok yoğun bir şekilde gündeme getirilmekteydi. İhvan ise kendi yaptıklarını ya da bu söylenenlerin tamamının yalan olduğunu söyleyebilecek medyası olmadığı için halk da doğru kabul etmekteydi. Düşünebiliyor musunuz piramitlerin ve Süveyş Kanalı’nın Katar’lılara satıldığı medya üzerinden insanların zihnine işlenmiştir. Hegemonik bir söylem ile İhvan tecrit edilmiştir.
Muhalifler, anayasanın da geçmesiyle devlet mekanizmalarında İhvanlaşma sürecinin hızlanacağını ve ülkenin İhvan cumhuriyetine dönüştürüleceğini basın ve sosyal medya yoluyla dile getirmeye başlamıştır. Düzenlenen televizyon programlarında Mursi sert dille eleştirilirken, yaşanan ekonomik krizden Müslüman Kardeşler birinci derecede sorumlu tutulmuştur. Yaptıkları taraflı yayınlar 30 Haziran süreci ile daha da sertleşmiştir. Gösterilerde sürekli olarak muhalefet ön plana çekilirken, çatışmalardan Müslüman Kardeşler sorumlu gösterilmiştir. Kahire Üniversitesi önünde Müslüman Kardeşler’e yönelik kanlı saldırı ise Mısır medyası ve Batı basınında neredeyse hiç yer almamıştır.
Basim Yusuf, Adil Hammuda, Mona el Shazly, Lamis el Hadidi, Mahmut Saad ve Amr Edip gibi ülkenin önde gelen ‘talk show’ programcıları bütün programlarında Mursi ve Müslüman Kardeşler iktidarını sert ifadelerle eleştirmekten geri durmamışlardır. Bu isimler Batı medyasında da kahramanlar gibi sunulmuştur.
DARBENİN SEBEPLERİ
Aslında darbe hazırlıkları, Mursi’nin göreve geldiği 30 Haziran 2012’de başlamıştı. ABD, Mursi’nin de Suud kralları gibi ılımlı İslam anlayışını kabulleneceğini düşünmüştü. Ancak Mursi, göreve gelir gelmez bağımsız politikalar izlemeye başlamıştı. Bu ise ABD’nin hoşuna gitmemişti. Bu ve başka nedenlerden dolayı Mursi’nin görev devam ettiği her an ABD ve işbirlikçisi ülkeler açısından tehdit oluşturmaktaydı. ABD ve Siyonist güçlerin Mısır’da gerçekleştirdiği darbenin birkaç sebebi bulunmaktadır. Sebepleri şöyle sıralayabiliriz; Birinci sebep, Amerika Birleşik Devletleri başta olmak üzere bütün Batı dünyasının Orta Doğu’daki en güvenilir ve en önemli müttefiki Siyonist İsrail’dir. Dolayısıyla bu ülkeler için Siyonist İsrail’in güvenliği her şeyden önce gelmektedir. Ortadoğu halk ayaklanmaları ise Siyonist İsrail’in güvenliğini tehdit edecek boyutta gelişmiştir. Siyonist İsrail, Arap Baharı sürecinde özellikle de Mısır’da yaşanan iktidar değişimi nedeniyle bölgede kendisini yalnız ve kuşatılmış olarak hissetmeye başlamıştır. Özellikle de Muhammed Mursi’nin “Mübarek gibi itaatkâr olmayacağız” benzeri açıklamaları da Batı dünyasında İsrail’in güvenliği açısından alarm zillerinin çalmasına neden olmuştur. Nitekim askeri darbenin ardından atanan yeni Cumhurbaşkanı Adli Mansur’un ilk icraatlarından biri Refah sınır kapısının kapatmak olmuş, diğeri ise Siyonist İsrail Büyükelçisi ve ekibinin yeniden Mısır’a dönmesini sağlamak olmuştur. Siyonist İsrail’den de yapılan darbe lehinde yapılan açıklamalar da bunu teyid etmektedir.
Mısır darbesinin ikinci önemli sebebi, Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin Arap Baharı sürecinde Arap dünyasında iyice derinleşen özgürlük ve otoriter yönetimlere karşı olma talepleri karşısında paniklemeleri ve Mısır’da sivil yönetim modelinin oturması halinde yakın bir zamanda kendi ülkelerinde de bu tarz taleplerin gelişmelerinden endişe etmeleridir. Suudi Arabistan darbe sonrası yeni yönetimi tanıyan ilk ülke olurken, üzerinde etkili olduğu Selefi hareketi ve Nur Partisi’nin de darbeye destek vermesini sağlamıştır.
Mısır’da gerçekleşen darbenin üçüncü önemli sebebi ise enerji politikaları ile ilgili olmasıdır. Bilindiği üzere son birkaç yılda Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla Avrupa Birliği üyesi olmuş Güney Kıbrıs Rum Kesimi’nin Doğu Akdeniz’de başlattığı enerji arama çalışmaları neticesinde Akdeniz açıklarında doğal gaz kaynakları bulunmuş ve Rum yönetimi Amerikan Noble şirketiyle bu yönde anlaşmalar imzalamıştır. Rumlar ayrıca Mısır ve Akdeniz’e kıyısı olan bazı ülkelerle de ikili anlaşmalar imzalayarak Akdeniz’i münhasır ekonomik bölge yapmak yönünde ciddi adımlar atmışlardır. Türkiye’nin gösterdiği sert tepki neticesinde Mısır’ın devrik Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi Güney Kıbrıs Rum Kesimi ile ülkesi Mısır’ın Mübarek döneminde yaptığı bu anlaşmayı iptal etmiştir. Mısır’da işbaşı yapan yeni yönetimin bu konuda ne yapacağı ise henüz meçhuldür.
Bazı yorumlara göre, Mursi yönetiminin Suriye konusunda son dönemde takındığı sert tutum darbenin dördünce önemli sebebidir. Nitekim Batı ve Ortadoğu basınında çıkan kimi yorumlarda Mısır ordusunun darbe yapma nedenlerinden biri olarak “Mursi ve yanındaki bazı yetkililerin Mısır ordusunu Suriye rejimine karşı daha sert bir tutum almaya zorlaması olduğu” iddia edilmiştir. Mursi Haziran ayı içinde dış politikada sert bir tutum izlemeye başlamış ve öncelikle Etiyopya’yı Nil Nehri sularının kullanımına ilişkin sorunlar nedeniyle tehdit etmişti. Bunun ardından daha kritik bir karar alarak Suriye ile tüm diplomatik ilişkilerini kestiğini duyurmuştu. Kahire’de düzenlenen “Suriye Ayaklanmasına Destek” başlıklı konferansa katılan Mursi burada yaptığı konuşmada “Suriye büyükelçiliğinin kapatıldığını, Şam’daki Mısır maslahatgüzarının geri çağrıldığını söylemiş ve Suriye ordusu ile birlikte savaşan Hizbullah’a sert tepki göstererek, “Hizbullah Suriye topraklarını derhal terk etmeli” ifadelerini kullanmıştı. En önemlisi ise Suriye konusunda sınırlı sayıda ülkenin desteklediği askeri çözümü gündeme getirerek “Birleşmiş Milletler’in Suriye’de uçuşa yasak bölge oluşturmasını istemişti.” Dolayısıyla Mursi darbeden kısa süre önce dış politikada ve özellikle Suriye konusunda rejime karşı sert bir tutum içine girmeye başlamıştı. Aynı dönemde Mısır’da düzenlenen gösterilerde Mursi’yi destekleyen dini liderlerin “Suriye’de cihat” çağrısı yapması ve Mursi’nin orduya Suriye’ye karşı askeri konuşlanma emri verebileceği ihtimali ile Mısır ordusunun kaygılanmaya başladığı haberleri basına yansımıştı.
Yine ilginç bir şekilde Mısır’da Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’ye karşı gösteriler, Mursi’nin Suriye muhalefetinin bayrağıyla yürüyüş yaparak muhalefete desteğini açıkça ilan etmesinden sonra başlatılmıştır. Suriye konusunda ortaya çıkan Türkiye ve Mısır dayanışmasını sadece İsrail ve İran değil, otoriter Arap yönetimleri de bir tehdit olarak gördüler. Ve askeri darbeye destek verdiler. Geçmiştekiler gibi uluslararası sistemin onayı ve desteği alınarak yapılan bu müdahale sonrasında Mısır’daki gelişmeler sadece bu ülkenin değil, bütün bir bölgenin de kaderini tayin edecek. Bu nedenle Mısır’ın darbeye direnmesi ve süreci tersine çevirmesi sadece bu ülke için değil, aynı zamanda bütün bir bölge ve Türkiye için de son derece kritik önemi haizdir.
Beşinci Sebep ise, Mısır’ın bağımsız, kendi ülke menfaatleri doğrultusunda politika üretmesidir. ABD ve Batı için, ideoloji önemli değil, önemli olan yönetimin kendi menfaatlerine uygun olup olmamasıdır.
EMPERYAL GÜÇLERİN İLKESİ YOKTUR!
Ortadoğu’da diktatörlerin yönetimde kalmasını sağlayan Batılı ve Doğulu emperyalist ülkelerdir. Bu nedenledir ki, Mısır halkı, kendi Firavuni yönetimlerine karşı çıktığı kadar, bu emperyalist ülkelerle ve Siyonistlere de karşı çıkmışlardır. Çünkü biliyorlardı ki, bu Firavuni yönetimler, ancak Batılı ve Doğulu emperyalistlerin ve Siyonist güçlerin yardım ve desteği ile yönetimlerini devam ettirebilmektedirler. Dolayısıyla halklar için, asıl düşman, bu kukla yönetimlerden ziyade bunların arkasındaki emperyal ve Siyonist güçlerdi.
Bilindiği gibi Cezayir’de İslami Selamet Cephesi (FIS) Haziran 1990’daki yerel seçimlerde yaklaşık 8,5 milyon seçmenin yüzde 54’ünün oyunu almış, 27 Aralık 1991’de yapılan genel seçimlerin ilk turunu yine açık farkla kazanmış, ikinci turu da aynı şekilde kazanacağı anlaşılınca askeri cunta Batılı demokrat ülkelerin yardım ve desteğiyle bir askeri darbe gerçekleştirmiştir. Batılıların bu desteği sadece söylem bazında da kalmamış, 1992’de Lizbon’da AB ülkelerinin yaptığı toplantıda bu askeri cuntaya 492 milyon dolar yardım etme kararı almıştır.
Türkiye’de gerçekleştirilen 28 Şubat postmodern darbesi bunun bir başka örneğidir. Refah Partisi, 24 Aralık 1995 genel seçimlerinde yüzde 21.38 oy oranıyla 158 milletvekilliği çıkararak birinci parti seçilmiş ve Doğru Yol Partisi ile 28 Haziran 1996’da aldığı güvenoyu ile koalisyon hükümeti kurmuştur. İşte ne oldu ise, bundan sonra olmuş, Siyonist ve Batı emperyalizminin yardım ve desteğiyle İslam’a ve Müslümanlara karşı gerçekleştirilen kirli propaganda neticesinde Refah Partisine ve yetkililerine yönelik hakaretler, protestolar; yargı, asker ve polis eliyle gerçekleştirilen haksız, kanunsuz operasyonlar, milletvekili pazarlıkları, tehditler, montaj kasetler yalan ve yanlış propagandalar neticesinde halkın iradesiyle birinci olarak seçilen bir parti gayri meşru ve akıl almaz post modern darbe yöntemleriyle iktidardan alaşağı edilmiştir. Bununla da yetinilmemiş, Refah Partisi gazete kupürleriyle, yalan ihbar ve ifadelerle, iktidarda iken kapatılma davası açılmış ve belirli bir süre sonra da hem parti kapatılmış, hem de Erbakan başta olmak üzere parti yöneticilerinin bazıları siyasi yasaklı hale getirilmiştir.
Bir diğer örnek ise Hamas’ın girdiği seçimlerdir. Filistin’de 25 Ocak 2006’da yapılan seçimlere önce Hamas’ın katılmaması için yoğun gayret gösteren Siyonist ve Batılı emperyal güçler, sonrasında Hamas’ın seçimlere katılmasına rıza göstermişlerdir. Hamas’ın seçime girmesine rıza göstermelerinin nedeni ilkeli oluşlarından kaynaklanmamış, Hamas seçimleri nasıl olsa kazanamayacak ve böylece Hamas da halk nezdinde prestijini kaybederek aktif siyasetten çekilmiş olacaktır. Bu durum, hem işbirlikçi Mahmud Abbas’ın ve dolayısıyla el-Fetih’in, hem de Siyonist İsrail’in işine gelecektir. Ancak düşündükleri gibi olmamış ve Hamas, belki de Batılı demokrat olan ülkeleri dahil ve üstelik birçok Batılının gözetiminde en şeffaf seçimleri yapılmış ve seçimlerin sonucunda oyların yaklaşık %58’ini alarak 132 üyeli Filistin parlamentosunda 76 milletvekili çıkarmıştır. Refah Partisi (RP)’nin, İslami Selamet Cephesi (FİS)’nin başına gelenler Hamas’ın da başına gelmiş ve uluslar arası bir kampanyanın sonucunda hem Filistinli gruplar (El-Fetih ve Hamas) birbirine düşürülerek Filistin fiilen ikiye bölünmüş, hem de Gazze abluka altına alınarak dünyanın en büyük yarı açık cezaevi haline dönüştürülmüştür. Uygar denilen dünyanın gözleri önünde Hamaslı milletvekilleri tutuklanarak yaka paça cezaevine konmuş, hak ettiği halde dışarıdan gelen para yardımları tamamen engellenmiş, giriş çıkışlar tamamen Siyonist İsrail’in olmayan insafına terk edilmiştir.
Batılı ya da Doğulu emperyalistler ikiyüzlü değildirler. Kendi dinlerinin, kendi batıl, çağdışı kalmış ideolojilerinin gereklerini yapmaktadırlar. Dolayısıyla işgalleri, tecavüzleri ve katliamları, kendi anlayışlarındaki seküler insan haklarıyla ve demokrasi ile tezat teşkil etmemektedir. Bunları sahte demokrat olarak suçlamak, demokrasiyi bilmemek, Batıyı tanımamak anlamına gelir. Bu emperyalist ve kapitalist güçler, sömürülerini devam ettirebilmek için demokrasiyi putlaştırırlar, gerektiğinde onu yerler/çiğnerler. Aslında hevanın/seküler aklın ilahlığına dayalı demokrasi, tam da budur. Çünkü;
Biz bu emperyal kâfirleri, 11 Eylül sonrası Afganistan işgalinden tanıyoruz. Biz bunları Irak’ta, Çeçenistan’da, Doğu Türkistan’da, Filistin’de, Mali’de, Somali’de ve daha birçok yerde yaptıkları işgallerden, yağma ve talanlarından tanıyoruz.
Biz bunları, Afganistan’daki ölüm tarlalarından, Şibirgan Cezaevinden, Irak’ta Ebu Gureyb’den ve Guantanamo’dan tanıyoruz.
Biz bu emperyalist demokratları, Cezayir’de darbecileri desteklerken de, Filistin’de Hamas’a Gazze’yi yarı açık cezaevine çevirirken de, yine halk iradesiyle seçim kazanmış Refahyol iktidarının başına getirilen insanlık dışı darbe yöntemlerini kullanırken de aynı suçüstü konumunda yakalamıştık.
Bunlar demokrattır, bunlar laiktir, sözde insan hakları savunucusudur, bunlar kısacası eli kanlı katillerdir. Evet, biz bunları, henüz yeni doğmuş bebekleri misket bombalarıyla, kimyasal ve yeni icat ettikleri silahlarla katlederken tanıyoruz.
Değerli Kardeşlerim,
Bizler, biz Müslümanlar, batılı değerlere sığınarak kendi varlığımızı devam ettiremeyiz. Bu değerler, hevanın ilahlığına ve tuğyana dayalı olup insani ve İslami olanı reddeden değerlerdir ve bu nedenle bize de yabancıdır. Çünkü batılı değerler, sömürgecidir, emperyaldir, faşisttir, kapitalisttir, sosyalisttir ve de katliamcıdır. Bizim kendimize has değerlerimiz vardır; batılı değerlerle mukayese edilemeyecek derecede fıtridir/insanidir ve İslami’dir. Bu değerler eksik midir ki, bizler batının kokuşmuş, gayri insani ve çağdışı değerlerine ve hevayı ilah edinen modellerine sığınıyoruz.
Bizler Müslüman’ız, yolumuzu ve yol haritamızı kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim ve Resulullah’ın (s) güzel örnekliği/Sünneti belirler. Bizler, onların dinlerine girinceye kadar, onların bizden asla hoşnut olmayacağını vahiy kitabımız Kur’an-ı Kerim’den öğrenmekteyiz.
MURSİ’NİN DİK DURUŞU VE DARBECİLER!
25 Ocak 2011’de Mısır’da başlayan halk ayaklanması, Mursi’nin 30 Haziran’da %52 oyla cumhurbaşkanı seçilmiş olmasına rağmen amacına ulaşmamıştı. Çünkü, yönetim bütünüyle Mısır’daki derin devletin, halkının ve İslami değerlerin düşmanı yargı, işbirlikçi büyük sermaye ve emperyalistlerin uşağı generallerin oluşturduğu oligarşik vesayetin elindeydi. Ancak, Mursi’nin dirayetli tavrı ve dik duruşu sayesinde az da olsa bu yolda bir mesafe alınmaya başlanmıştı. Bu ise, ne Siyonist İsrail’in ve destekçisi emperyal güçlerin, ne de bölgedeki gerici, işbirlikçi Arap rejimlerinin işine geliyordu. Çünkü Siyonist İsrail, kendisini İhvan ağırlıklı yönetimlerle çevrili bir adaya hapsedilmiş olarak görüyordu. Bu nedenle bölgede yeni iktidara gelmiş yönetimleri içeriden çökertmeye dönük hesaplar, planlar ilk günden itibaren bu karanlık güçler tarafından yapılmaya başlanmıştı.
Mısır, önemli bir ülkedir; bölgenin, Arap dünyasının amiral gemisidir; Mısır’da meydana gelen bir değişim, kısa bir sürede bütün bölgeyi etkilemektedir. Zaten Siyonist İsrail’i, bölgedeki gerici krallık ve Şeyhlikleri korkutan da bu idi. Çünkü Mısır’da İhvan’ın başarılı olması halinde sıranın kendilerine geleceğini çok iyi biliyorlardı. Ne Siyonist İsrail kalabilirdi bölgede, ne de krallıklar ve Şeyhlikler! Bu nedenle bu eli kanlı güçler, yani Siyonist İsrail, Suud, BAE, Kuveyt, Ürdün ve tabi batılı emperyalist ülkeler bir araya gelerek el birliğiyle Mursi yönetimine karşı darbeyi hazırlamışlardır.
İşte 3 Temmuz’da gerçekleştirilen darbe, böyle bir darbedir. Ancak darbeye karşı Mursi, şimdiye kadar alışık olmadığımız bir tavır takınmıştır; dik durmuş, darbeci generallere ve destekçisi bölgesel ve küresel bütün güçlere karşı!. Gözaltında iken, darbecilere karşı bu çıkışıyla belki idama götürülme ihtimali varken, buna rağmen darbeyi reddetmesi, darbecilere karşı dik durması takdire şayan bir harekettir. Bu, bölge halklarının umudunu yeşerten ve geleceğe umutla bakmasını sağlayan bir tavırdır. Aslında bu tavır, yönetimde de olsalar darbecileri mağlup etmiş ve zelil düşürmüştür. Umut ve temenni ederiz ki, bu duruşunu batılı değerlere karşı da devam ettirir.
Mısır halkının kahir ekseriyeti, ramazan ayına ve tahammülleri zorlayan bu sıcak günlere rağmen, darbeden bu yana Adeviyye, Nahda ve Ramses meydanları başta olmak üzere ülkenin birçok kentindeki meydanları terk etmemiş ve eylemlerine devam etmiştir. Meydanları dolduran milyonluk kalabalıklar, 8 Temmuz’da, 27 Temmuz’da ve 14 Ağustos’da gerçekleştirilen katliamlara rağmen devam etmektedir. Halk ölümüne, ölüm kusan silahlara karşı göğüslerini siper etmektedir. İhvan yetkililerinin cesaretli açıklamaları ve her şeye rağmen, sonunda ölüm de olsa ki vardır, meydanları terk etmeyeceklerine dair açıklamaları, sadece darbecileri panikletmemiş, aynı zamanda arkasındaki karanlık ve sömürgeci güçleri de panikletmiştir.
MISIR’DA, ASIL DEVRİM ŞİMDİ BAŞLIYOR!
Bizler dünya Müslümanlarını, henüz bütünüyle vicdanları dumura uğramamış, azıcık da olsa vicdan sahibi olan dünya insanlığına bir çağrıda bulunuyoruz: Mısır’da, Adeviye, Nahda, Ramses ve diğer kentlerde çocuklar, kadınlar, kısacası masum sivil insanlar katledilmiştir, katledilmeye de devam edilmektedir. Buna karşı çıkmak, buna dur demek azıcık da olsa vicdan sahibi olan, ben de insanım diyen herkesin görevidir.
Adeviye’de, Nahda’da, Ramses’te ve Mısır’ın diğer kentlerinde darbecileri, darbecilerin arkasındaki işgalci terör güçlerini protesto eden halkın tamamı sivil, hiçbirisinde çakı denebilecek tarzda silahları bile yoktur. Bu kalabalıklar, 3 Temmuz darbesinden bu yana ve özellikle de ramazan ayında açlığa, susuzluğa ve 45-50 derece sıcaklığa rağmen silaha ve şiddete başvurmaksızın meydanları doldurmuşlardır. Bu, darbecileri ve darbecilerin arkasındaki karanlık ve emperyal güçleri korkutmuştur. Çünkü onlara göre darbeden kısa bir süre sonra her şey kontrol altına alınacak ve darbeciler yönetimlerine rahatlıkla devam edeceklerdir. Ama arzu ettikleri olmamış ve Müslüman Kardeşler bütün zorluklara, katliamlara, yetkilileri zindanlara atılmasına rağmen milyonlarca insan meydanları doldurmuş ve bütün katliam tehditlerine rağmen geceli- gündüzlü bulundukları yerleri terk etmemişlerdir.
Mısır cuntası, Siyonist İsrail ile birlikte Sina’da Müslümanlara dönük ortak operasyon gerçekleştirmektedir. Hergün yeni bir saldırı ile onlarca Sinalı Müslüman katledilmiş ve katledilmeye de devam edilmektedir. Ayrıca yine Siyonist İsrail’in desteğiyle, hatta katılımıyla Refah sınır kapısı kapatılmakla kalınmamış, aynı zamanda Gazze halkı için hayat damarları olan tüneller de kapatılarak Hamas ve dolayısıyla Gazze halkı ölüme terk edilmiştir.
Muhterem kardeşlerim,
Mısır’da kan akıyor; kardeşlerimizin, bacılarımızın, bizden olan insanlarımızın kanları akıtılıyor. Mısır’da sadece insanlarımız değil, aslında bütünüyle bir insanlık katlediliyor. Bizler Müslümanlar olarak Küresel terörist ABD ve Siyonist İsrail’den, batılı ve doğulu diğer işgalci emperyal güçlerden, gerici, uşak ruhlu Arap yönetimlerinden yardım beklemiyoruz. Zaten bu katliamları gerçekleştiren darbecilerin arkasında sömürgeci ABD var, Siyonist İsrail var, Rusya var, gerici uşak ruhlu Suud var, Birleşik Arap Emirlikleri var ve suskun kalan bütün yönetimler var. Mısır’da dökülen her damla kanda, bu insanlıktan nasibi kalmamış bu güçlerin destekleri, dolarları ve riyalları var.
Asıl devrim şimdi başlamıştır, inşallah tevhidi istikamet korunarak ve sistem içi iktidar arayışları yerine Kur’ani toplumsal değişime vesile olunarak yaşanacak, ödenen bedellerle, akan şehid kanlarıyla bereketlenerek gelişecektir. İnşaallah bu gerçek devrim, sadece Mısır’la sınırlı kalmayacaktır, başta Siyonist İsrail, Suud ve BAE başta olmak üzere, krallıklar ve Şeyhlikler bir bir devrilecek ve yerine İslami yönetimler gelecektir. Mescid-i Aksa işgal altındadır da, Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevi çok mu özgürdür? Mescid-i Aksa nasıl ki kurtuluşunu bekliyorsa, aynı şekilde Mescid-i Haram da, Mescid-i Nebevi de kurtuluşunu beklemektedir.
Mısır’ın kurtuluşu, Suriye’nin kurtuluşuna, Suriye’nin kurtuluşu ise Filistin’in kurtuluşuna vesile olacaktır. Filistin’in kurtuluşu ise bütünüyle ümmetin kurtuluşunu sağlayacaktır. İnşaallah, Mısır’da başlayan bu kıyam, ümmetin de kurtuluşuna vesile olacaktır.
Rabbimiz bölgemizdeki tüm Müslüman halkların emperyalistlere ve yerli işbirlikçileri despot yönetimlere, işgalcilere, darbecilere karşı onurlu direnişlerinde, tevhid, hak ve adalet mücadelesinde yardımcıları olsun. Hak yoldaki çabalarında kardeşlerimizi muzaffer kılsın.
Değerli kardeşlerim,
Mısır’da, Suriye’de, Filistin’de ve diğer yerlerde kardeşlerimiz katledilmekte, zindanlara atılmakta, ama mücadelelerinden asla vazgeçmemektedirler. 1948’de mülteci konumuna düş(ürül)en Filistinliler, bir gün evlerine dönecekleri umut ve azmiyle hala evlerinin anahtarlarını yanlarında taşımaktadırlar. Kolları kırıldı, kafaları kırıldı, günlerce işkence altında aç susuz bırakıldılar, ama kendi topraklarını kurtarma adına mücadelelerinden asla vazgeçmediler. Filistin mücadelesi nesilden nesile devam eden bir mücadeledir. Onlar çok iyi biliyorlar ki “Bir mü’min, asla Allah’tan ümidini kesmez.” (Yusuf, 12/87)
“Üzülmeyin gevşemeyin. İnanıyorsanız üstün olan sizlersiniz” (Al-i İmran, 3/139)
Evet, Rabbimiz böyle buyuruyor, kendisine iman edenlere! Bugün İslam coğrafyasının her yerinde kan akıyor, gözyaşı dökülüyor ve kardeşlerimiz katlediliyor; bu, yüreğimizi burkuyor, içimize kor alevi düşürüyor. Afganistan, Irak, Çeçenistan, Suriye, Filistin, Mısır ve diğer yerler, adeta bir yangın yerine dönmüş, gözü dönmüş emperyal kâfirler, gün geçmiyor ki bir katliam gerçekleştirmemiş olsunlar!
Evet, bu emperyal kafirler, Müslümanları öldürebilirler, zindanlara atabilirler, topraklarını; kutsal mekanlarını işgal edebilirler, tarihi zenginliklerini, yer altı ve yer üstü kaynaklarını yağmalayabilirler, ama asla bir Müslüman’ı teslim alamazlar. Bunu Afganistan’da, Çeçenistan’da, Filistin’de ve bugün de Mısır’da yakinen görmekte ve şahid olmaktayız. Çünkü Allah, kendi yolunda, kendi dini uğrunda mücadele eden Müslümanlarla birliktedir. Allah’a güvenen, Allah’a dayanan ve sadece Allah’tan korkan, kimden, kimlerden korkabilir ki?
Evet, ‘İnanıyorsanız, üstün olan sizlersiniz.’
Örneğimiz Hz Muhammed (as), ateşe atılmasına rağmen davasından vazgeçmeyen Hz. İbrahim (as) ve Kur’an’da zikri geçen sırası geldikçe de ateş çukuruna atılan mü’min ve mü’minelerden oluşan Ashab-ı Uhdud olayıdır.