İskilipli Atıf Hoca ve İstiklal Mahkemeleri: Araştırmacı-Yazar Ali Kaçar

İSKİLİPLİ ATIF HOCA VE İSTİKLAL MAHKEMELERİ
İskilipli Atıf Hoca, 1876’da İskilip’in Tophane köyünde doğmuştur. İlk eğitimini köyündeki medreseden alan Atıf Hoca, daha sonra İskilip’in tanınmış âlimlerinden Abdullah Efendi’den fıkıh ve tefsir dersleri almıştır. Ailesinin itirazlarına rağmen İstanbul’a giderek ilim tahsilini devam ettirmek istemiştir. İstanbul’da, Fatih Camii medresesinde ders gören Atıf Hoca 1902’de girdiği ruus sınavını vererek İstanbul müderrisliğine hak kazanmıştır. Fatih medresesinde müderris olarak ders verirken aynı zamanda Darulfünun’a devam etmiştir. Darulfünun’un İlahiyat bölümünden 1905’de mezun olan Atıf Hoca İstanbul Kabataş Lisesi’ne Arapça öğretmeni olarak atanmıştır. Beyanü’l hak, Sebilürreşad gibi dergilerde makaleler yazan Atıf Hoca, İttihatçılarla yıldızı hiç barışmadığı için, 31 Mart olayından bir hafta önce yazdığı bir yazı nedeniyle tutuklanmıştır. Fakat mahkemede suçsuz bulunmuş ve serbest bırakılmıştır. Mebus seçilmesi İttihatçılar tarafından engellenen Atıf Hoca, Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesinde rolü olduğu gerekçesiyle İttihatçılar tarafından suçlanarak Divan-ı Harb’te yargılanmış, suçlu bulunarak önce Sinop’a, daha sonra Çorum-Sungurlu oradan da Boğazlayan’a sürgüne gönderilmiştir. Sürgünde iken halka vaaz ve talebelere ders vermesi yasaklanmıştır. İskilipli Atıf Hoca Mondros mütarekesine ilk tepkiyi koyanlardan birisidir. Ayrıca 19 Ocak 1919’da Mustafa Sabri, Bediüzzaman Molla Said Efendi, Ermenekli Saffet Efendi gibi arkadaşları ile beraber Müderrisler Cemiyetini (profesörler derneği) kurmuş ve ikinci başkanlığına getirilmiştir. Bu cemiyet müderrislerin haklarını korumak ve aralarında dayanışmayı sağlamak üzere kurulmuştur. Daha sonra cemiyet aldığı bir karar gereği ismini Teâl-i-i İslam’a (İslam’ı yüceltme) çevirmiş ve halka açılmıştır. Mustafa Sabri Bey’in Şeyhü’l-İslam olması üzerine cemiyetin başkanlığına getirilmiştir. İzmir’in işgali üzerine Teâl-i-i İslam cemiyeti bir protesto beyannamesi neşretmiştir. İzmir’in işgal edilmesine karşı ilk beyanname hazırlayan cemiyet, Teâl-i İslam Cemiyetidir. Bu beyannamede işgalciler eleştirilmiş, yurdun her sathında mücadele edilmesi için çağrı yapılmıştır. Cemiyet kurtuluş olarak halifeye bağlı kalmayı, halifeliği kurtarmayı esas almıştır. Çünkü halifelik cemiyete göre İslam’ı ve Müslümanları temsil eden bir makamdı. Halifeliğin işgal kuvvetlerinin hâkimiyetine geçmesi Müslümanlar için bir felaket olurdu, bu nedenle işgalcilere karşı Müslümanlar halifelik şemsiyesi altında tek vücut olmalıydılar.Mücadele kimliği yanında âlim bir zattı Atıf Hoca. Toplumun içinde bulunduğu durumu ve emperyal küfür güçlerinin halk üzerindeki baskısını görmekte ve üzülmekteydi. Bu baskıya rağmen, halkta (özellikle de belirli bir kesimde), bu baskıyı yapan emperyal güçlere bir özenti, bir imrenmenin başlamasını da hayret ve endişeyle karşılamaktaydı. İbn Haldun’un mağluplar galipleri taklid ederler sözü –ne yazık ki- birebir gerçekleşmekteydi. Bunu engellemek için çırpınıp durmuştu Atıf Hoca. Toplumu bilgilendirmek amacıyla “on yıl içerisinde elli eser” ile bir kütüphane oluşturmayı hedeflemişti. 1923’de de “Tesettür-ü Şer’i” (dini örtünme) adlı eseri kaleme almıştır. Hakkaklar’da (kapalı çarşı civarında bir sokak) dükkân açmıştı. 1924 ilkbaharında “Din-i İslam’da Men-i Müskirat” (İslam’da İçki Yasağı) adlı eserini neşretmişti. Bu kitaplarla birlikte yazdığı kitapların sayısı 9’a ulaşmıştı. Atıf Hoca, 12 Temmuz 1924’de ‘Frenk Mukallitliği ve Şapka’ adlı otuz iki sayfalık risalesinden üç bin adet bastırmıştır. Maarif Vekâleti (MEB)’nin onayı ile basılan bu kitabı Anadolu’nun hemen tüm bölgelerinde nüfuzlu eşrafa ve kitapçılara ulaştırmıştır. Dikkat edilirse, bu üç eser de devrinin idaresini rahatsız edecek cinstendir ve bu nedenle de devam etmesine meydan verilmemiştir. Atıf Hocanın hedef tahtasına oturtulması için bu kitaplar bulunmaz bir vesile teşkil etmiştir. Özellikle de 12 Temmuz 1924’de neşrettiği ‘Frenk Mukallitliği ve Şapka’ kitabı körü körüne Avrupa taklitçiliğini/Batılılaşmayı eleştiren bir eser olduğu için mevcut rejimi daha çok rahatsız etmekteydi. Nitekim merhum şehid Atıf Hoca bu eserinde; Avrupa’nın ilim ve fennini almanın caiz, hatta lüzumlu bulunup ama bizde yapılanın ise daha çok şuursuz bir batı taklitçiliği olduğunu, kılık kıyafette onlara benzemenin aslında ruhtaki bir bozuluşa alamet veya onun bedene aksetmesine sebebiyet vereceğini, bunun ise müstakil (bağımsız) bir şahsiyet inşa eden İslam düşüncesine zıt düştüğünü, Resul-i Ekrem’in Ebu Davud gibi sünen kitaplarında geçen “Bir kavme benzemeye çalışan onlardandır” hadis-i şerifi ışığında izah etmeye çalışıyor ve şu hükmü veriyordu:“Bir Müslüman şiar (simge) ve alamet-i küfür addolunan (sayılan) bir şeyi zaruretsiz giymek ve takınmak suretiyle gayr-i Müslimleri (Müslüman olmayanları) taklit etmesi ve kendini onlara benzetmesi şer’an (dinen) memnûdur (yasaktır.)”
İSKİLİPLİ ATIF HOCA VATAN HAİNİ MİYDİ?
Kemalistler yaptıkları katliamları masum göstermek için çeşitli yalan ve iftiralara başvurarak tarihi olayları ters yüz ederek çarpıtmaktadırlar. İşin ilginç yanı ise Kemalistlerin bugün de bu yalan ve iftiraları devam ettirmeleridir. Ancak sevindirici durum ise, bu yalan ve iftiralara, gerçekleri ters yüz eden ‘resmi tarihe’ kendilerinden başka halktan çok kimsenin inanmamasıdır. Halen, her şey açık seçik olmasına rağmen merhum Şehid İskilipli Atıf Hocaya da böyle yalan ve iftiralarla saldırmak suretiyle halk nezdinde itibarsızlaştırmaya gayret göstermektedirler. Ama nafile! Çünkü güneş balçıkla sıvanmaz. Şehid Atıf Hoca, halk tarafından tanındıkça, itibarı da buna paralel olarak gittikçe artmaktadır. Peki, neydi Atıf Hocaya atılan iftira? Güya Şehid Atıf Hoca, Yunan çetelerine yardım etmekteymiş. Frenk Mukallitliğini yani batıla/batıya benzemeye karşı çıkan bir âlimin, Yunan kâfirlerine yardım etmesi mümkün mü? Bunların bu iftiralarını, sadece Atıf Hocanın yazdığı Frenk Mukallitliği ve Şapka adlı kitabı bile çürütmeye ve tarihin çöplüğüne atmaya yeter ve artar bile! Bu iftiraları atanlar dönüp kendilerine ve işgalci İngiliz güçlerle kurdukları gizili kirli ilişkilere baksınlar. Güya İngiliz işgalci güçleri Anadolu’da gelişmekte olan halkın mücadelesinden rahatsızlar ve bu mücadeleye halkın desteğini engellemek için bir fetva yayınlatmak istiyorlar. Konuyla ilgili olarak o tarihlerde İstanbul’da Sebilürreşad Mecmuası’nı çıkartan Eşref Edip Bey şöyle diyor;“Şeyhülislâm, Haydarızâde İbrahim Efendi idi. Anadolu’daki harekâta taraftar idi. İngilizler, Hükümeti tazyik ederek (baskı yaparak) fetva istiyorlardı. Şeyhülislâm bu fetvayı vermeyerek görevinden ayrıldı. Yerine Dürrizâde Abdullah Efendi geçti. (…) Şeyhülislâm, istenen bu fetvaları, işgal kuvvetlerinin haddi aşmış zulüm ve baskıları altında verdi” diyordu. Zira maksat, İstanbul hükümetini ve Padişahı Milli Mücadele’ye karşıymış gibi göstermek ve halkın gözünden düşürmekti. Şayet İngilizler M. Kemal’i öldürmek isteselerdi, ordularını Ankara’ya gönderirler ve iç isyanları bile bastırmakta zorlandığı için cephedeki Çerkez Ethem’i yardıma çağıran M. Kemal’i kolaylıkla öldürebilirlerdi. İskilipli Atıf için bazı Kemalist tarihçiler ve ilahiyatçılar, “şapkaya muhalefetten değil, vatan haini olduğu için idam edilmiştir” demektedirler. Şapka kanununa muhalefet olayları çıktığında bu isyanların tetikçisi olduğu suçlamasıyla Frenk Mukallitliği isimli kitapları göndermek suretiyle hem de Teâl-i İslam Cemiyetinin Milli Mücadelecilerle ilgili beyannamesinin Yunan uçaklarınca 60 bin adet Anadolu’ya dağıtılması yüzünden hakkında soruşturma açıldığı iddiaları söz konusu. Giresun’da yargılanan İskilipli Atıf beraat ediyor. Ancak Ankara’daki İstiklal Mahkemelerinde yargılanmaya devam ediyor. Ankara’da yargılanmaya devam etmesinin sebebi herhalde birilerinin İskiliplinin önemini kavrayamaması olarak gösteriliyor. İstiklal Mahkemeleri plansız adım atan kuruluşlar değildir. Teâl-i İslam Cemiyetiyle ilgili hususa gelince, Teâl-i İslam cemiyetinin başkanı İskilipli Atıf’tır. Damat Ferit Paşa hükümeti milli mücadeleyi yürüten kadro hakkında kötüleyici bir fetva yayınlatmak istiyor. Halk üzerinde etkili olsun diye. O zamanki Şeyhülislam Dürrizade bir fetva yayınlıyor. Fakat o beyannameler istenilen etkiyi yapmıyor. Bunun için İngilizler ve Damat Ferit Paşa Hükümeti bir yol arıyor. Halk üzerinde etkisi olan, siyasete bulaşmamış bir ilmi heyetin bulunması gerektiğini söylüyorlar. Bu da Teâl-i İslam Cemiyeti. Teâl-i İslam Cemiyetinin kuruluş amacı öğretim görevlileri cemiyeti olması. İlk kuruluş amacı müderrislerin haklarını savunmak. Buradan anladığımız kadarıyla İskilipli Atıf İtilafçıların da adamı değil. Tahir’ul-Mevlevi “İstiklal Mahkemeleri” isimli hatıratında işin gerçeğini tafsilatıyla anlatır. Buna göre Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’nin İstanbul Hükümeti’nin baskısıyla vücuda getirdiği bir bildiriydi bu. Üstelik Cemiyet adına hazırlanan bu bildiri Cemiyetin İdare Heyetinin bilgisi dışındaydı. Mustafa Sabri Efendi, Atıf Hocadan bildirinin cemiyetin mührü ile mühürlenmesini istemişti. Atıf Hoca da İdare Heyetine danışmadan böyle bir şeyi yapamayacağı cevabını vermişti. Cemiyetin İdare Heyetinden Tahir’ul-Mevlevi ile birlikte Mustafa Sabri Efendi’nin yanına çıkan Atıf Hoca, “Biz buna razı olmayacağız. Çünkü Teâl-i İslam siyasi değil ilmi ve dini bir cemiyettir. Biz hükümetin işine karışmayacağımız gibi hükümet de bizi karıştırmasın” demişlerdi. Konu Cemiyetin toplantısında da gündeme gelmişti. Hükümet taraftarları itirazlara rağmen bildirinin Anadolu’ya gönderileceğini söylediklerinde Atıf hoca ve arkadaşlarından “gazetelerde tekzip ederiz” cevabı almışlardı.Bu sözlere Hükümet taraftarları “Edemezsinin, Matbuat Müdürlüğüne emir verilmiştir” diyerek karşılık vermişlerdi. Atıf Hoca ve arkadaşları bunun üzerine toplantı çıkışında itirazlarını şifahen ilan edeceklerini söylemişlerdi. Sonunda beş üye “kabul”, beş üye de “hayır” cevabı vermişti. Reis Atıf Hoca’nın da “hayır” oyu vermesiyle birlikte bu bildirinin yok hükmünde sayılmasına ekseriyetin görüşü ile karar verilmişti. Böylece beyanname mühürlenemiyor. Ancak Şeyhülislam Mustafa Sabri’nin damadı Zeki Bey “siz isteseniz de istemeseniz de bu beyanname yayınlanacak” diyerek hem cemiyet üyelerini “bu iş vatan hainliğine kadar varır” diyerek tehdit ediyor; hem de kararı İkdam gazetesinde yayınlatıyor.Bu beyanname olayından sonra İskilipli Atıf Hoca milli mücadeleye destek veren Vakit Gazetesinde bir tekzibname yayınlatıyor. Ardından hem İskilipli cemiyetle ilişkisini kesiyor hem de arkadaşı Tahir’ul Mevlevi bu olayın ardından Ziraat Vekâletindeki görevinden uzaklaştırılıyor. Yani ikisi de bedel ödüyorlar. Ancak yıllar sonra İstiklal mahkemelerinde bu konu önlerine geliveriyor. Heyet İskilipliye inanmadığını ifade ediyor. Beyannameyi kendisini ileride sağlama almak için yayınlattığını iddia ediyor. Tabii ki Teâl-i İslam ve İskilipli Atıf üzerinden yapılan bütün yalan yakıştırmaların hiçbir delili yok. Ancak tam tersi var. Cemiyet ilk defa Yunan işgalini kınayan cemiyettir. İşte bugün de kimi Kemalist yazar ve çizerlerin merhum şehid Atıf Hocaya attıkları iftira yukarıda anlatılan iftiradır. Hukuksuzluklarını, zulümlerini ve katliamlarını gizlemek için çamur at tutmazsa izi kalır mantığıyla suçlamalarına utanmadan bugün de devam ediyorlar, ama güneş balçıkla sıvanmaz. Ne derlerse desinler, yalan ve iftiradan ibaret olan bu saldırıları halk nezdinde itibar görmemektedir. Bu yalan ve iftiralarla, ne Atıf Hoca, ne Ali Şükrü Bey, ne Şeyh Said ve ne de diğer şehidlerin sevgilerini bu milletin gönlünde silemeyeceklerdir.
ATIF HOCA’NIN YARGILANMA GEREKÇESİ
Atıf Hoca, 1923 yılında “Tesettür-ü Şer’i” (dini örtünme), 1924’de ise “Din-i İslam’da Men-i Müskirat” (İslam’da İçki Yasağı) ile “Frenk Mukallitliği ve Şapka” isimli eserleri yazmıştır. Dikkat edilirse, bu üç eser de devrinin idaresini rahatsız edecek türden eserlerdir. Atıf hoca 12 Temmuz 1924’de Frenk mukallitliği ve Şapka kitabını şapkaya dair kanunun kabulünden bir buçuk sene evvel yazmıştır. Bu kitabı yazdıktan sonra da diğer kitaplarında olduğu gibi neşretmeden önce onu da Maarif vekâletine (Milli Eğitim Bakanlığı’na) göndermiş ve sadece izin almamış aynı zamanda takdir ve tebrik de almıştır. 1924 yılı Kemalist kadronun bütünüyle gücü eline geçirdiği yıldır. Nitekim bu yılda 3 Mart’ta Hilafet kaldırılmış, medreseler kapatılmış, Tevhidi Tedrisat Kanunu çıkarılmış, Evkaf ve Şer’i Vekâletleri kapatılmış ve 1921 anayasası değiştirilmiştir. Takrir-i Sükûn Kanunu ve bu kanuna dayalı olarak yeni rejimi korumak ve muhalifleri de etkisiz hale getirmek için İstiklal Mahkemeleri 1924’de kurulmuştur. Bu mahkemeler, İkinci Dönem İstiklal Mahkemeleri’dir. Artık Mustafa Kemal İkinci Dönem İstiklal Mahkemeleri ile daha rahat hareket etmeye başlamıştır. Çünkü yapacağı reformlara karşı çıkanları susturmak için bu mahkemeleri rahatlıkla kullanabilecekti ve nitekim de kullanmıştır. Mustafa Kemal şapka reformu (!) konusunda ilk adımı Kastamonu’da atmıştır. 24 Ağustos 1925 günü Kastamonu’ya geldiğinde, kendisini karşılayan kalabalığı Panama türü bir şapkayla selamlamış ve burada yaptığı konuşmada;“Efendiler, uygar ve milletlerarası kıyafet bizim için, çok cevherli milletimiz için layık bir kıyafettir. Onu giyeceğiz.Ayakta iskarpin veya fotin, bacakta pantolon, yelek, gömlek, kravat, yakalık, ceket ve tabiatıyla bunları tamamlamak üzere başta siper-i şemsli serpuş.Bu serpuşun adına şapka denir.Redingot gibi, bonjur gibi, simokin gibi işte şapkamız!İsterseniz bildireyim ki: Bu kadar yüksek ve önemli sonuca varmak için gerekirse bazı kurbanlar da verelim!..” Bu konuşmayı “2 Eylül’de Hükümet’in aldığı 2413 sayılı karar izledi. Buna göre devlet memurları artık Batı tarzı şapka giyeceklerdi ve bu karar ahali için sadece teşvik edici bir nitelik taşıyacaktı. Şapka giymeyi bütün ahaliye emreden kanun 25 Kasım 1925’de çıkarıldı. ‘Şapka İktisası Hakkında Kanun’ ismini taşıyan bu kanuna göre, ‘Türkiye halkının da umumi serpuşu şapka olup buna münafi bir itiyadın devamını hükümet men’ edecekti (671 sayılı kanun). Bundan beş gün sonra 30 Kasım’da çıkarılan 677 sayılı Kanunla tekke ve zaviyeler de kapatıldı.” İstanbul’da Şapka Kanunu çıkar çıkmaz Haliç Köprüsü’nün iki başı ile anayol kavşaklarına yerleştirilen polisler, fesleri ve feslileri toplamaya başladılar. Hamallar feslerini toplayarak Boğaz’a attılar. Ankara’da Kızılay da fes toplama kampanyasına girişerek topladığı fesleri yoksullara terlik yaptırdı. Fes giymekte ısrar edenler cezalandırıldı ya da hapse atıldı. Hatta pazara gelen köylülerin fesleri kafalarından çekilip alındı. Şapka Kanunu’nun çıkmasıyla birlikte Erzurum, Rize, Sivas, Maraş, Giresun, Kırşehir, Kayseri, Tokat, Amasya, Samsun, Trabzon, Gümüşhane ve daha birçok yerde sert direnişler yaşanmıştır. Hepsi de çok şiddetli, hatta vahim bir şekilde bastırılmıştır. Hâlbuki şapka devrimine direnmenin cezası, kanuna göre, üç aya kadar hafif hapisti. Ama o dönemde şapka, İstiklal Mahkemeleri’nin en önemli maddesi haline getirilmişti.Ülkenin bir kuruşa bile muhtaç olduğu bir dönemde Avrupalı şapka imalatçılarının altın bir hasat biçtiklerini (s.150, dip not: 34) anlatan Mete Tunçay; Erzurum’da, Rize’de, Maraş’ta ve daha birçok yerde halkın sokaklara döküldüğü ve tepki gösterdiğini belirtmektedir. Hatta “Yurt dışındaki Halide Edip (Adıvar) Hanım da, ‘Şapka Kanunu’nun bu dönemde girişilen devrimlerin ilki ve en göz alıcısı olmakla birlikte, aynı zamanda en beyhuda ve sathisi olduğunu söylemekteydi. Ona göre, (devrimler arasında en ciddi muhalefeti yaratan) bu yasaya sokaktaki adamın karşıtlığı, yasayı yapanlardan gerçekte çok daha batılıydı.” Halkın şapka giymesini zorunlu kılan kanunun yayınlanması üzerine Anadolu’nun çeşitli kentlerinde bu Kanun’a karşı bir direnç, bir tepki meydana gelmeye başlamıştır. Bu tepkilere ve bastırılma şekline verilecek bir kaç örnek bile Kemalist kadronun kendi halkına nasıl düşmanca davrandığını göstermesi açısından önemli ve anlamlıdır;1. Rize: 15 Aralık 1925 günü ‘biz zorla şapka giymek istemiyoruz, sarığımız bize yeter!’ diyerek Ulu Cami önünde toplanan halkın üzerine jandarmalar ateş açıyorlar. Uyarıya rağmen dağılmayan kalabalığın üzerine gelişi güzel açılan ateş sonucu 17 kişi ölüyor. Bağıran-inleyen yaralılara kimse dokunamıyor. 143 kişi tutuklanıyor.Olaylar üzerine düşman üzerine sefere çıkarcasına dönemin en büyük harp gemisi olan Hamidiye Kruvazörü Rize sahillerine gelip demir attı. Birinci Dünya Savaşı’nda İngilizlerin dövemediği Karadeniz sahillerini, millete zorla şapka giydirmek için Hamidiye zırhlısı gümbür gümbür bombalamaya başladı. Hamidiye zırhlısı, sivil halkın ve yerleşim alanlarının çok olduğu ve Ulu Caminin bulunduğu Bataniye yamaçlarını dövüyordu. Halk korkutulup sindirilmek isteniyordu. (…) Sadece bir gün içinde yargılanan 143 kişiye çeşitli cezalar verilmiş ve 8 kişi ise Ulu Cami önünde kurulan darağaçlarında hemen idam edilmiştir.Rize Ulu Camii İmamı Şaban Hoca, namazdan sonra etrafta toplanan kalabalığa; “Biz hükümetten akaid-i diniyye’ye hizmetkârlık ve bağlılık isteriz.İnanmayan inanmasın, fakat insanlara zulüm edilmesin. Tek istediğimiz sarığımıza, sakalımıza ve cübbemize dokunulmasın. Şapkayı giyenler giysin ama giymeyenler hapse atılmasın!” Necip Fazıl Kısakürek, Son Devrin Din Mazlumları kitabında Rize’nin Güneysu ilçesindeki katliamla ilgili şunları anlatıyor; “Güneysu nahiyesi… Sabit Tarakçıoğlu adında gayet itibarlı, kafası ilim ve kalbi vecd dolu bir vâiz halka hitap ve şapkanın din gözünde mahiyetini izah etmekte… Heyecan… Camiden çıkan yığın soluğu karakolda alıyor.Karakolda onbaşı halka “Ben de sizdenim!” diyor ve başındaki şapkayı yere çalıyor. Ne hazindir ki, İstiklal Mahkemesi gelince direnişçileri tek tek haber veren ve kimi gösterdiyse asılmasına sebep olan ve Mahkemece lûtuflandırılan bu alçaktır.Güneysu ahalisi Rize istikametinde yürümeye koyuluyor. Yolda bazı nasihatçilerin tesiriyle kalabalık zayıflıyorsa da civar köylerden bazı katılmalarla yine dolgunca çapta il merkezine varıyor. Vali Hurşit telgraf başında:-Rize ayaklanmıştır! Sür’atle tedbir!…Hâlbuki bütün suçu “şapka giymeyiz!” demekten ibaret ve her türlü fiili isyan davranışından çekingen kalabalık, çoğu seyirci ve körü körüne katılmış 80-100 kişi…Ankara telâşta… Bir zamanların kahraman Hamidiye’si şimdi Rize önünde ve kahramanlık toplarını havaya ateş etmekle göstermekte… İstiklal Mahkemesi de tezgâhını kurmuş, dirhem kefesi yere mıhlı adalet terazisini dengelemekle meşgul…Sabit Hoca o gece mahkûmları uyandırmış:-“Kalkınız, abdest alınız, namaza duralım! Birkaç saat sonra Rabbimize kavuşacağız!” diye haykırmıştır. Birkaç saat sonra Allah’a kavuşacaklarını bilenlerin bir müjde saadeti içinde kıldıkları namaz…Asılanları deniz kenarında, rastgele atıldıkları çukurlar içinde kumluğa gömüyorlar… Yakınları tarafından cesetleri çalınmasın diye de başlarında süngülü nöbetçi bekletiliyor. 3-4 ay sonra gece çıkartılmak şartıyla, ailelerine, cesetleri almak müsaadesi çıkıyor. 2. Erzurum: 1925 Kasım ayında Erzurum’da halk, çifte minareli camii meydanında şapka aleyhtarı bir eylem yapmış, bunun karşılığı olarak asker kalabalığa ateş etmiş ve 15 kişi vurularak öldürülmüş, biri kadın olmak üzere 13 kişi idam edilmiş, 80 kişi tutuklanmıştır. 24 Kasım’da Kayseri’de, 27 Kasım’da Maraş’ta, 31 Aralık’ta Ankara’da, 2 Ocak’ta Çorum’da, 1 Şubat’ta Giresun’da halk protesto eylemleri başlatmıştır. Sonuç yine aynıdır. Şapka reformu/inkılâbı (!) için binlerce kişi öldürülür, yüzlerce kişi asılır. On binlerce kişi hapse atılır.3. Erzincan’da yaşanan hadise ise tam bir insanlık ayıbıdır. İstiklal Mahkemesi, o tarihlerde şapkaya karşı çıktığı için Mevlevî İbrahim Hakkı Efendi’yi gıyabında idama mahkûm etmiştir. Fakat hoca efendi bulunamadığı için bu idam gerçekleştirilememiştir. Bir sabah namazı vakti İbrahim Efendi ruhunu Allah’ına teslim eder. Çocukları babalarının ölüm haberini İstiklal Mahkemesine bildirirler. Mahkeme tarafından köye bir müfreze gönderilir. Müfreze başındaki yetkili bu durumu kabul etmez. “Olmaz. Bu adam kanuna karşı geldi, onu mutlaka asmam lâzım” der. Bunun üzerine kabir açılır. Şahitlerin huzurunda kanuna muhalefet etmek suçundan ceset asılır sonra tekrar gömülür. Anadolu’nun çeşitli yerlerinde tepkiler meydana gelince, bu olaylarda etkili olduğu gerekçesi ile Frenk Mukallitliği ve Şapka kitabı toplatılmış ve yazarı Atıf Hoca hakkında inceleme başlatılmıştır. Oysa Atıf Hoca bu eseri Şapka kanunundan evvel yayınlamıştı. Kanunların ise geçmişe yönelik işlememesi (Makable şamil) bütün hukuk sistemlerinde en temel bir esastı. Ancak bu, Kemalist cunta için önemli değildi. Nitekim Atıf Hoca 7 Aralık 1925 günü, önce Polis Müdüriyeti’ne getirilmiş, bir hafta kaldıktan sonra bir geminin ambarında İstanbul’dan Giresun’a götürülüp İstiklal Mahkemesi’nde eseriyle suça azmettiren sıfatıyla diğer tutuklarla yüzleştirilmiştir. Yapılan bu yüzleştirilmede Atıf Hoca’nın tanınmadığı anlaşılınca mahkemece bırakılma kararı verilmiştir.Atıf Hoca, Giresun’dan İstiklal Mahkemesi heyetiyle İstanbul’a dönmüştür. Atıf Hoca o günleri eşi Zahide Hanıma polis müdüriyetinde yazıp elden gönderdiği bir mektupta şöyle anlatıyordu: “Bugün Karadeniz vapuru ile İstanbul’a getirildim. İstiklal Mahkemesi heyeti de bizimle beraber İstanbul’a geldi. Giresun’da meydana gelen bir hadisede kitap dolayısıyla beni alakadar zannetmişler. Bilahare ilgim olmadığı ortaya çıktı. Orada olan suizandan kurtuldum. İnşallah burada da kurtulurum da yakında kavuşuruz.” Ancak Atıf Hocanın bu temennisi gerçekleşmemiş, Giresun’da serbest bırakılmış olmasına rağmen evine değil tekrar Polis Müdüriyeti’ne götürülmüştür. Bir hafta sonra Haydarpaşa garından Ankara İstiklal Mahkemesi’ne havale edilmiştir. Atıf Hoca üçüncü mevki bir kompartımanın penceresinde peşinden hüngür hüngür ağlayan eşi Zahide’ye diktiği yaşlı gözleriyle küçüle küçüle kaybolmaktadır. Bu, Zahide Hanım’in eşi Atıf Hoca’yı dünya gözüyle son görüşüydü. Ankara İstiklal Mahkeme reisi kel Ali olarak bilinen Ali Çetinkaya’dır. Diğer hâkim ise gazeteci Altemur Kılıç’ın babası Kılıç Ali’dir. Bu ikisi de hukukçu olmayıp asker kökenli milletvekilleridir. Muhakemeyi, reis sıfatıyla Kel Ali adıyla maruf Ali Çetinkaya yürütmekteydi. Kel Ali büyük bir hışımla hocaya dönerek: “Sen şapka aleyhinde bulunmuşsun!” dedi. Hoca sakin ve vakur bir tavırla: “Evet efendim. Şapka kanunu çıkmadan iki sene önce şapkanın bir Müslüman kisvesi olmadığına dair bir risale yazmıştım” dedi. Kel Ali: “Şimdi ne yapıyorsun?” diye sordu. Hoca : “Kanunlara itaat ediyorum” cevabını verdi. Bunun üzerine Kel Ali hiddetle bağırarak: Sen bilmiyor musun ki şapka da bezdir, fes de bezdir deyince hoca sükûnetle: “Evet biliyorum, ancak hey’et-i hâkimin arkasındaki bayrakta bezdir, lütfen o bezi kaldırınız da yerine bir İngiliz bayrağı asınız” karşılığını verdi. Kel Ali hiddetlenmişti. “Ne diyorsun ?”diye bağırdı. Hoca: “Şapka bir alamettir, adet ile alamet arasındaki farkı düşünerek o risaleyi yazmıştım.” dedi. Bunun üzerine celse tatil olundu ve savunmasını yapmak için mahkeme bir gün sonrasına ertelendi.” Oysa Mahkeme üyesi Kılıç Ali, daha önce şapka giyen bir gazeteciyi şapka giydiği için nasıl tartakladığını Şevket Süreyya Aydemir, ‘Suyu Arayan Adam’ adlı eserinde şöyle anlatmaktadır; “Henüz şapka devrimi yapılmamıştır. Bir gazeteci başından hasır bir şapka ile mahkeme safhalarını takip etmektedir. Genci şapkalı gören mahkemenin haşin üyelerinden Kılıç Ali;‘Nedir bu kepazelik? Bu şapka da ne oluyor? Baban da mı şapka giyerdi? Anandan mı şapkalı doğdun?’ diye gürler ve şapkalı gazetecinin kıçına bir tekme koyarak onu merdivenlerden aşağıya yuvarlar.” 2 Şubat 1926 günü, mahkemede savcı Necip Ali Bey iddianamesini ve ceza taleplerini okudu. İskilipli Atıf Hoca için 3-10 senelik sürgün cezası isteniyordu. Normalde, mahkemelerdeki bir anane olarak, hâkimler savcının isteğinden fazla ceza vermezler; ya aynısını ya da daha azını verirlerdi. Ama bu anane ertesi gün İskilipli Atıf Hoca için değiştirildi. Atıf hoca akşamleyin savunmasını yazarken bir ara uykuya dalar. Bu olayı Necip Fazıl Kısakürek şöyle anlatır.Atıf hocanın uykusu uzun sürüyor. Tahir hoca müdafaasını yazmakta devam ederken, Atıf hoca birden bire gözlerini açıyor. Yüzünde harikulade derin ve ince bir tebessüm. Tahiru’l-Mevlevî’nin gözleri hayretle alabildiğince açık, 24 saat içine sığacak büyük kerameti şimdiden sezmişti.” “Ne o hocam çabucak uyanıverdin?” “Uykuda murad hâsıl oldu” “ Yani?” “Yani beklediğim rüyayı gördüm.” Tahirü’l-Mevlevî haşyet ve dehşetle soruyor: “Ne gördün?” Atıf hoca yatağında doğrulmuş ve müdafaasını karaladığı kâğıtları elinde büzmüştü. “KÂİNATIN FAHRİ’ni gördüm; bana, yanıma gelmek dururken ne diye müdafaa karalamakla uğraşıyorsun dedi.” İkinci gün yapılan duruşmada, mahkeme başkanı kel Ali müdafaasını isteyince:“Müdafaa etmeyi mucip bir günahımız olmadığı esasen ortaya çıkmıştır. Binaenaleyh vicdanınızın vereceği hükme intizar ediyorum” der. 3 Şubat 1926’da nihai duruşma oldu ve üç Ali’lerden müteşekkil İstiklal Mahkemesi tarihe kara bir leke olarak geçen kararını vermiştir; “Babaeski Müftüsü Ali Rıza ile müderrislerden İskilipli Atıf’ın idamına…” Atıf Hoca o geceyi ibadetle geçirdi. Ertesi günü idam edilecekti. Zira bu mahkemelerin temyizi yoktu. Bu gün karar veriliyor ertesi günü infaz ediliyordu. Atıf Hoca 4 Şubat 1926 Perşembe günü sabah namazını kıldı. Dua okuya okuya sehpanın yanına gitti. Cellât tam ipi boynuna geçirdiği esnada infazı keyifle seyreden Kılıç Ali, Atıf Hocanın başına pis bir şapkayı geçirmiş, “giy domuz!” diye hareketler yağdırmıştı. Metin bir şekilde, dilinde dualarla idam sehpasına gelen Atıf Hoca kelime-i şehadetle bu dünya defterinin kapısını kapıyor ve “yevme tüble’s serair” (bütün sırların açığa çıkacağı gün) olarak Kur’an’da bildirilen dar-ı ahiretin özel bir bekleme salonu olan şehadet kapısını çalıyordu. İskilipli Atif Hoca vakarla ve dudağında ayetlerle gittiği idam sehpasında şunu söylüyordu: “zalim ve katillerle elbette mahşer günü hesaplaşacağız“… Atıf hoca ise onun yüzüne bakmadan kelime-i şehadet getirerek ruhunu rahmana teslim etmişti. İdam, eski meclis binası yakınlarındaki Karaoğlan çarşısında gerçekleştirilmişti. Önce idamına sonra tanıkların dinlenmesine sözüyle tarihe geçen zulüm/terör mahkemeleri, elbette kendi iradeleriyle karar veren mahkemeler değildi. Nitekim Şark İstiklal Mahkemeleri Başkanı Mazhar Müfit Kansu, “ben vicdanımı Ankara’ya sattım. Bana as derlerse asarım, bırak derlerse bırakırım” sözü ile yedek üye Avni Doğan’ın “Ankara’dan şifreli mesajlar aldıklarını; mahkemelerin siyasi iradeden bağımsız olmadığını, kanunları hesaba katmadığını, selahiyetlerinin sınırsız olduğunu, yapay deliller oluşturmaktan çekinmediklerini” sözünün bu mahkemelerin kimin emriyle, nasıl çalıştığını açıkça ortaya koymaktadır. Elbette, ‘Ankara’dan ya da ‘siyasi iradeden’ kasıt ise ‘ebedi şef’ Mustafa Kemal idi. İstiklal mahkemelerinin ve bu mahkemelere emir verenlerin kimler olduğu, bu mahkemelerin kimlerin emriyle darağaçlarında binlerce mazlumu sallandırdıkları gün geçtikçe daha çok bilinmektedir. 5816 sayılı Koruma Kanunu’na rağmen gerçekler bütün çıplaklığıyla gizlendikleri dehlizlerden, küflenmiş dosyalardan bir bir günyüzüne çıkarılmakta ve bu vesileyle Kemalistlerin tarihi gerçekleri nasıl çarpıttıkları daha iyi anlaşılmaktadır.Ali Şükrü Bey’in, Şeyh Said’in, İskilipli Atıf Hoca’nın ve daha binlerce Cumhuriyet dönemi şehidlerinin hiçbirisinin iade-i itibara ihtiyacı yoktur. Zaten onlar Allah nezdinde itibarlıdırlar. (2/154, 3/169) Bunca geçen zamana ve ‘koruma kanunları’nın oluşturduğu baskı ortamına rağmen hala hatırlanıyor ve onlarla ilgili anma toplantıları düzenleniyorsa, onların kitleler nezdinde de itibarlı olduklarını göstermektedir. Yalanla, iftirayla, baskıyla yazdırılan tarihin ömrü ancak buraya kadarmış! Çünkü hiçbir yalan ve iftira ilânihaye devam etmez; bir gün mutlaka bütün gerçekliğiyle ortaya çıkar. İşte, 80-90 sene gibi çok uzun olmayan bir zamana rağmen Kemalistlerin yaptıkları zulümler bir bir ortaya çıkmaktadır. Azıcık vicdanı olan, insaniliğini bütünüyle kaybetmemiş olan herkesin, yapılan bu insanlık dışı zulümlerden dolayı en azından pişmanlık duyarak özür dilemesi gerekmektedir. Böyle bir duyguyu taşıyabilmek için de elbette vicdan sahibi olmak gerek. Ama nerde..?
Ali KAÇAR 10.02.2015