Çöküş Yolunda-III, Çöküşün Mimarları: Araştırmacı-Yazar Taşkın ÖNEL

Bismillahirrahmanirrahim
Osmanlı mütefekkirlerinden Kâtip Çelebi, Takvîmü’t-Tevârih adlı eserinde şöyle der: “Kişinin ihtiyarlığına alâmet, saç ve sakal ağarmasıdır. Devletin kocadığına alâmet de devleti yönetenlerin, saltanata ve süse düşkünlüğüdür. Ki bu, açık bir çöküntü eseridir. Devletlerin hayatında, duraklama devresinden sonra bu devre gelir. Refah, süs ve lükse rağbet fevkalâde artar. Eski hayat tarzı beğenilmez, terk edilir. Herkes şanını ve ününü artırmak hevesine düşer. Herkes her makama geçmeye başlar. En yüksek makam ve unvanlar, belli vasıflar aranmaksızın dağıtılır. Zevk ve rahat, keyif ve konfor, vazgeçilmez örf ve adetler hâline gelir, tabii görünür. Asker zümresi, savaşın meşakkatlerine rağbet etmeyip sulh ve sükûn ister. Savaşmaktan başka her işle uğraşır. Türlü mihnetler gerektiren memleket işlerine kimse el atmak istemez. Savaştan el çeken asker, halk içinde gittikçe itibar kaybeder. Düzen bozulur.”
Kâtip Çelebi’nin bu tespitinin ne kadar yerinde olduğu ve Osmanlının da içine düştüğü durumu manidar bir şekilde gözler önüne serdiği, düşünen insanın dikkatinden kaçmıyor.
Cihanşümul bir devlet olan Osmanlının, eski kudretini kaybetmesine neden olan faktörler de Kâtip Çelebi’nin dile getirdiği sefahat düşkünlüğünün ve görevden kaçmanın etkili olduğu faktörlerdir. İşte Osmanlının içine düştüğü bu durumu gören ve eski kudretli günlerine dönmesini arzulayan devlet adamları vardı. Bu devlet adamlarının belki de halisane bir niyetle ortaya koydukları kurtuluş reçeteleri, yerli olmayıp emperyalist güçlerin hin devlet adamları tarafından düzenlenmiş durumdaydı. Bu durum da Osmanlıyı eski günlerine kavuşturmaktan ziyade devleti daha da hızlı bir çöküşe götürmüştür. Osmanlının çöküşünü kendi çıkarları için gerekli gören bu devletlerin işini kolaylaştıran ve çöküşü hızlandıran esas nokta ise kimi devlet adamlarımızın bu güçler karşısında kendilerini eksik ve çaresiz hissetmeleri olmuştur.
Cemil Meriç Tanzimat’ı, “uçuruma açılan tereddiler dehlizi”; Tanzimatçıları da “gafil bir entelijansiya, sirenlerin şarkılarını dinleyerek diyar-ı küfre yelken açanlar” diye tanımlar. Ayrıca, “Avrupa’da okuyan, Tercüme Odası’nda yetişen, yeni bir dünyanın iğvalarına herkesten çok maruz bulunan entelijansiya (aydınlar), halktan koptu. Sonra başsız kalan kitle, ihtişamlı mazisinden uzaklaştırılmaya çalışıldı.” tespitinde de bulunur.
Aslında Tanzimat aydınları, katiline âşık olmuş bir gafil diye de nitelendirilebilir. Zira dost gibi görünen Batılı devlet adamlarının, aydınlarının gerçek yüzünü görememiş veya görmek istememişlerdir. Batı karşısında duydukları hayranlık ile gözleri kamaşan bu devlet adamlarının başında hiç şüphe yoktur ki Tanzimat’ın mimarı olan Mustafa Reşit Paşa gelir. Peki, dönemin bu kudretli (!) paşası kimdir?
16 Şevval 1214’te (13 Mart 1800) İstanbul’da Davutpaşa Mahallesi’nde doğdu. “Koca” ve “Büyük” lakaplarıyla anılır. Küçük yaşta babasını kaybedince eniştesi Ispartalı Seyit Ali Paşa tarafından himaye edildi; paşanın serasker olarak Mora’ya ve ardından Hüdavendigar ve Kocaeli mutasarrıflığına tayininde onun yanında bulundu. Eniştesinin kısa süren sadareti sırasında (1820-1821) mühürdarlık vazifesini üstlenip devlet memuriyetine girdi.[1]
Osmanlının sıradan bir memurunun oğlu olarak doğan Paşa, devlet kademelerini çok hızlı bir biçimde yükselmiş, sadaret görevini de birçok defa üstlenmiştir. Avrupa’dan ve onun kültüründen etkilenmesi, onların üst kültür oluşlarını itirazsız kabul edişi, Paris ve Londra elçilikleri zamanında olmuştur. Özellikle Londra görevindeyken İngiliz yetkililer ile sıkı bir münasebet içine girmiştir.
“Mustafa Reşit Bey, sürekli sefaretlerin kurulmasından sonra, Temmuz 1834’te fevkalâde ortaelçi olarak Paris’e gönderildi; bu görevi sırasında Batılı düşüncelerden etkilenmeye başladı. Mart 1835’in sonlarında, elçilik tercümanı Ruheddîn Efendi’yi Paris’te maslahatgüzar bırakarak, İstanbul’a döndü. İstanbul’a gelişinden üç ay kadar sonra, büyükelçi olarak tekrar Paris’e, Eylül 1836’da Londra Büyükelçiliğine gönderildi. Kendisine Dışişleri Nezareti müsteşarlığı verildiği bu sırada Mason Locası’na girdi. 1837’de kendisine müşir (mareşal) rütbesi verilerek Hariciye Nazırlığına (Dışişleri Bakanlığına) atandı.
Mustafa Reşit Paşa’nın Hariciye Nazırı olarak Baltalimanı Antlaşması’nı imzalanması ile (1838), Osmanlı Devleti’yle İngiltere arasındaki anlaşmazlıklar İngiltere’nin lehine çözümlenmiş oldu. Antlaşma yürürlüğe girdikten sonra; öteden beri Osmanlı Devleti’nde uygulanmakta olan tekeller kaldırıldı ve Osmanlı hazinesi önemli bir gelir kaybına uğradı. Avusturya başbakanının; “İşte Osmanlı şimdi bitti” diye ifade ettiği Baltalimanı Antlaşması, Osmanlı Devleti’ni borç bataklığına sürükledi. Paşa, Ağustos 1838’de Hariciye Nazırlığı üzerinde kalmak üzere, Londra Büyükelçiliğine atanarak İstanbul’dan uzaklaştırıldı.”[2]
Osmanlının Mısır valisi Mehmet Ali Paşa karşısında aldığı yenilgiler hem İngilizler hem de İngiliz hayranı Reşit Paşa için bir fırsat olmuştur. Böylece İngilizlerin yardımını alabilmek için ilkeleri Londra’da belirlenmiş olan Tanzimat Fermanı’nı on altı yaşındaki Sultan Abdülmecit’e kabul ettirmek mümkün olmuştur.
Azınlıklara daha fazla hak ve hürriyet verme taraftarı olan Mustafa Reşit Paşa, bunun sağlanması için Avrupa devletlerini Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışmaya çağırıyor ve “… Türkiye için en büyük iş, reaya meselesidir. Eğer reayaya verilmesi gereken hak ve hürriyetlerden bahsetsem, ülkemde bana kötü bir Müslüman gözü ile bakılır. Hâlbuki İslâmlığın kurtuluşu reayanın hür ve mesut olmasına bağlıdır. Bu konuda yüksek sesle konuşmak Avrupa devletlerine düşer. İmparatorlukta (Osmanlı Devleti’nde), Hristiyanlar üzerindeki baskı için sesinizi çıkaramaz mısınız? Ödeyemedikleri haraç için zavallılar horlanmakta ve ezilmektedir. Bu uygulamalar sizin âdil bir vergi dağılımı istemenizi gerektiriyor. Reaya, haraç yüzünden isyan etmektedir. Reaya düzenli vergi istemektedir. Vergi sistemi Hristiyanlar için yerleşirse, Müslümanlara da bunu kabul ettirmek için önemli bir adım atılmış olacaktır. Böylece İmparatorluğun (Osmanlı Devleti’nin) yenileşmesi için ilk mesafe alınmış olacaktır…” diyordu.[3]
“Tanzimat Dönemi’ni hazırlayanlar, yeni bir Osmanlı milleti oluşturmak için yüzyılların geleneği tebaa ve reaya (Müslüman ve gayrimüslim ahali) arasındaki farkları kaldırırken sadece Hristiyan Avrupa’nın gözüne girmeye çalışmışlardı. Görünüşte günümüzün yaklaşımıyla çok demokratça olan bu hareketleriyle, aslında Müslüman ahaliyi gayrimüslimlerin tasallutu altına düşürmüşlerdi. Çünkü Batılı devletler ve çeşitli lobiler, gayrimüslimlerin haklarını koruma adına Devlet-i Aliye’nin iç işlerine müdahale etme cüret ve cesaretini böylece yakalamışlardı. Ne var ki, Tanzimat Fermanı’nın ilanından kısa bir süre sonra zengin evin değil kâhyaları, hizmetçileri bile evi yağmaya ve talana başladılar, tuğla tuğla evi söküp yıkmaya giriştiler. Gün geçtikçe züğürtleşen ev sahibi ise, evi kurtarmak için gerek yurt içindeki Galata bankerlerinden gerekse Avrupa ülkelerinden faizle kredi almaya başladı. Alınan bu krediler ne yazık ki yatırıma dönüşmeden saraylar, köşkler, kasırlar yapımında kullanıldı. Ülke borç batağına gömülürken, diğer taraftan da Tanzimat zenginleri ve aydınları türedi.”[4]
Osmanlıyı içine düştüğü durumdan çıkarmak iddiasıyla ortaya çıkan ve bunun için hareket edenlerin nasıl bir yanılgı içine düştükleri, Mustafa Reşit Paşa’nın şahsında somut bir hâl alıyor. Paşa’nın Batı karşısında içine düştüğü yetersizlik duygusu, sadece onu etkilememiş, icraatları dolayısıyla bütün Osmanlıyı etkilemiştir. Bu etkilenme sadece devletin modernize edilmesi olarak kalmamış, toplumun bozulmasına, devletin Batılıların çıkarları doğrultusunda şekillenmesine yol açmıştır.
Mustafa Reşit Paşa, çöküşün hızlanmasındaki tek faktör olarak çıkmıyor karşımıza. Bu yolda ilerleyenlerin birbirilerinden etkilendiklerini hatta birbirileriyle yakın bağları olduğunu görüyoruz.
“Namık Kemal’in oğlu Ali Ekrem’in eşi Celile Bolayır’ın, Mısır’daki meşhur Kavalalı ailesinden Celâl Paşa’nın kızı olduğunu, Celal Paşa’nın ise Mustafa Reşit Paşa’nın torunu Fatine Hanım’ın kocası olduğunu öğreniyoruz. Ne ilginçtir ki Namık Kemal de Mason. Aynı zamanda Bektaşi’ydi. Abdülhamit’e olan muhalefetiyle biliniyordu.
Namık Kemal’in damadı, Osmanlı’nın son döneminde, Maliye Nazırlığı ve daha sonra da Ayan Reisliği yapan Mehmet Rıfat Menemencioğlu, Meşhur Saltanat şûrasında imzası olmasına rağmen Atatürk tarafından müsamaha ediliyor.
Oğlu Numan Menemencioğlu II. Dünya Savaşı’nda Dışişleri Bakanı. O da mason. Abisi Ahmet Muvaffak Menemencioğlu da Rum asıllı Katharina ile evleniyor; onun kızı Nermin Menemencioğlu ise İngiliz Askeri İstihbarat görevlisi Jasper Strater ile evleniyor.
Ve ne enteresandır ki, kitaptan, Jasper’ın halası İsabel’in Mustafa Kemal’in en büyük rakibi Enver Paşa’yı Buhara’da katleden Rus İstihbarat görevlisi Ermeni asıllı Georges Agabekov’la evli olduğunu, onun da bir süre sonra İngiliz İstihbaratı’na sığındığını öğreniyoruz.”[5]
Osmanlıyı dört bir yandan kuşatan ve İngilizler tarafından âdeta oynatılan bu isimlerin, devletin en etkin makamlarına geldiklerini/getirildiklerini üzülerek görüyoruz. Devleti kurtarmak adına atılan her adımın, onu kurtarmaktan ziyade çöküşe götürdüğünü yıllar sonra üzülerek görüyoruz.
Taşkın ÖNEL
[1] TDV İslam Ansiklopedisi- Mustafa Reşit Paşa maddesi
[2] https://www.biyografya.com/biyografi/12887
[3] Fransız Dışişleri Bakanlığı Arşivi, Turgue, Documents et Memoires, volume-44
[4] http://www.istanbultarih.com/tanzimatin-mimari-mustafa-resid-pasa-82.html
[5] https://www.internethaber.com/osmanlinin-ilk-mason-pasasi-222988h.htm